Karmaşık yazmamaya özen göstericem. Tarr filmleri
sadeliğe bu kadar depar atmasına karşın yüzlerce duygudurumu barındırdığından
karmaşık olarak algılanır. Umarım ben de bu sadeliği anlatırken bu önyargılı kalabalığın içine düşüp boğulmam. Gerçi bu film kırmızıdır deyip geçmek en doğrusu olacaktır. Lakin filme
bir okuma klavuzu yazma yüzsüzlüğüne soyunmuşsanız, bu kırmızıyı anlatmakla yükümlüsünüzdür.
Ve kırmızı, karşındaki insana algıladığın kırmızıyı değil, algıladığı kırmızıyı değil, salt kırmızıyı anlatana dek
çok kalabalık anlam örgülerinden, yığınla cümleden geçebilir. Bunun için
şimdiden özür dilerim. 3 temanın sınırları içinde kalmaya gayret edeceğim.
1-tanrı yoktur. ve dilenmediğimiz sürece kimsenin umurunda
değilizdir.
2- hikayemizin, alaskada kış uykusuna yatmak üzere
hazırlanan anne ayının hikayesinden bir
farkı da yoktur. fark, anne ayı
olduğumuzda belirginleşir.
3-anlatılmayan hikaye, deliliğin sınırıdır.Sadece ölmüş
olanın ve bir delinin hikayeye ihtiyacı yoktur. çünkü deli ya da ölü değilsek
muhtemel anne ayıyızdır.
Tarr’a yönelik en
büyük eleştiri sahnelerin durağanlığı ve uzunluğudur. Bu bir
önyargıdır. Çünkü Tarr, filmlerini gerçeğe mümkün olduğunca yakınlaşmak adına
kurgular, gerçekliği gözümüze sokarken tek yaptığı sadece-dili dışarda
bırakarak- gerçeğe yakınlaşmaktır. Bu
yüzden zamanı birebir yansıtmaya özen gösterir. Burda, insanın sabırsızlığına
yönelik bir tekme savrulmaktadır: sanki hayatımız çok renkli anlardan oluşmuş
gibi... Yaşamımızın çoğu, umut etmek, bir şey olacakmış gibi beklemek, geçmişi ya
da geleceği düşünmekle geçer. Bela
Tarr’ın zavallı inekçiklerine 10 dakika tahammül edemeyen adam sanırsınız
dönmedolabın ta kendisi, carpe diem’in sözlük karşılığı. Ve yine bu adam, o ineklerden hiç bir farkı
olmayan hikayesini karşısındakini esir alarak yıllardır anlatıyor. Rakı
masalarında sizi hiç ilgilendirmeyen birinin, yine sizi hiç ilgilendirmeyen
meselelerini -bırakın on dakikayı saatlerce dinlediğiniz olmuyor mu? hatta rakı
masasını geçin, nerdeyse tüm sosyal ilişkilerimiz bu sıkıcılığa tahammül göstermekle
devinmiyor mu, bu şekilde sosyalleşmiyor muyuz? Bu fedakarlığın adına
saygı ya da sevgi demiyor muyuz yani? Bunun adı açıktan tahammül etmektir ve
elimize geçen ilk fırsatta dile getirdiğimiz ilk şeydir. Başkalarının bizi hiç
ilgilendirmeyen hikayelerini dinleriz; çünkü, bizim de sıramız gelecektir ve bir hikayeyi
anlatabilmek için bir dinleyene ihtiyaç vardır. Muhtemel çok sıkıldığınız
doktorun sahnesi, sizi hiç ilgilendirmeyen
üstelik de hiç bir ilginç yanı olmayan bir insanın hikayesini dinleme
kapasitesinizi sınar. çünkü sisin hikayenizi doktorun dinlemeyeceğini bilirsiniz. Dolayısı ile filmleriyle Tarr, sadece bu sekansla bile
insanları şak diye ikiye böler ve merak edenlerle yoluna devam eder.
Sahneler uzun
değildir. olması gerektiği kadardır. Bir yere gitmek için otobüs durağında ineklere
bakmaktan daha fazla zaman geçirirsiniz, çünkü bir yere gitmek için o otobüse
binmek zorundasınızdır. Bela Tarr’ın sekansları otobüs duraklarıdır.
Film, insana dair
tek bir handikapı dahi dışarda bırakmamıştır. Botticelli’nin cehennnem tablosudur bu
film; Dante’nin İlahi Komedyasının cehennemi... Merhamet, insanın sadece kendisine yönelik kurduğu empati, ya da birgün kendi
sırasının geleceğini bildiği için taçlandırdığı bir duygudur. Estike’nın
kedisine yaptıkları sevilmenin gerçekte bir tahakküm olduğunu, merhametsiz
olduğunu gözümüze sokar. Yalnız ve zeka özürlü bir kızın -ki bu sahnenin
sonunda zeka özürlülüğün sadece diğerlerine benzemediği için
tanımlandığını anlıyoruz- kucağında mırlayan kedi “sevgi”dir. Kedi
sevilmektedir ve kedi açısından her şey yolundadır. Sevilmek ihtiyacı
karşılanan kedi Estike’nin kucağından
kalkar. Kız, bunun üzerine ne cüret diyerek kediyi kollarından tutup
yuvarlanmaya başlar. Baktığınızda sadece kedi için üzülüyorsunuzdur. Lakin
Estike, kediyle aynı eylemin içerisinde yer alır. Ama biz vicdanı tanımlarken
bir suçlu aramaya güdümlüyüzdür. Gerçekte kediyle Estike’nin bir farkı
olmadığını kavrayamayız. Nitekim ben, filmde aldığım tek molayı kedinin başına gerçekte ne geldiğine
ayırdım. Tarr, veteriner kontrolünde yapılan bu sahnelerden sonra kediyi
sahiplenmiş. Sonra bu filmi yapan bir adamın, ahlak sınırlarını sorguladığım için
kendimden utandım tabii. Bu sahne, sevginin karşılıklı olması gerekliliğine,
tahakküm üzeriliğine göndermedir. Kedi, kıza zarar verebilecekken teslim olur.
Bu sahne, “sevgi tahakkümdür”ün manifestosunu yazar. Bir anlamda, sevildiğimiz
için sever ve sevgiden söz ederizdir. Kediyi kız doyurur. Yani kız, kedinin sahibidir. Kız,
kedinin vatanıdır da diye de okuyabilirsiniz. Kedi ve kızın karşılıklı
mırıltısı gerçekte anamorfik açıdan büyük bir öfke üzerine de kuruludur. Çünkü
bu, varlığı köleleştiren, özgürlüğünün içine tüküren bir bağdır. ( bir zaman bir
arkadaşa “artık kedi olamazsın, çok geç “ dediğim için bozulmuştu. Ve ben derdimi anlatamıycak
kadar yorgundum. Sağolsun Tarr üşenmemiş.) Kız kediyi zehirler. Sütün içine kafasını
bastıra bastıra zehirler hem de. Yani dilin dışındaki kedi bile, bir şekilde
evcilleştiği için bir noktada bu devinime boyun eğmiştir. İnsanlar tarafından -annesi dahil- fazlalık,
artık olarak görülen bu kızın sevdiği-sevildiği yegane şeyi öldürmesini izlemek
sarsıcıdır. Kendi hayatlarımızda binlerce kere tekrarladığımız bu ritüel, başka
birinin hikayesi üzerinden yapıldığında ne de trajiktir. Kız ölmüş olan kedinin
katılaşmış bedenini sekans boyunca kolunun altında taşır. Ölmüş olan kedi hala
onun varlığının yegane tanığıdır. bunu geçmişimize olan bağımız olarak da okudum ben, o derin melankolimizin parçası olan geçmişimizin...)Barda danseden insanları izlemesi, o
insanların dünyasına hiç dahil olamayacağının göstergesidir. Hem de korkunç
derecede sıkıcı olan dünyasına. Sıkıcı bir şeyin bile parçası olamayacağını
anladığında kedinin ölmüş olmasıyla yüzleşir. İlk kez bu kadar yalnızdır.
Doktorun eteğine yapışması intihara teşebbüs eden birinin ambulans çağırmasıyla
aynıdır. Tarr, "felfeslik-sökük geliyor" adlı bölümü Estike'nin kendisi için daha iyi hayat ümit etmesi ve ağacın dibine paraları gömmesiyle açar. Ağabeyi Estike'nin kediye yaptığından farklı bir şey yapmamaktadır. ve biz oturduğumuz yerden o paraların çalınacağını zaten bilmekteyizdir. Ümit ederek ayakta kalan yaratıklar olarak paraların Estike'nin ardından araklanacağını nasıl ve neden bilmekteyizdir, burda sorulması gereken soru budur. Ümit; o olmayan tanırının başımıza sardığı illet. Bir şeye ancak geçeceğini düşündüğümüz için katlanır, tahammül ederiz. lakin bu öyle bir dualitedir ki, hiç bir şey olmayan bu dünyada hayatı nafile bir yakarışa çevirirken kendimizi hikayemize- kaderimize çivileriz. Ve sadece zaman geçmektedir, o kadar. Değişen tek şey budur. Bu bölümde sevgi tahakkümdürün yanında, kızın deliliğinin diğerlerince tanımlandığı ve sadece insan
olduğuyla da çarpışırız. Ya da tüm insanlar parmakla gösterilmediği sürece biraz
delidir ile.
(Film binlerce detayı içinde barındırır. Bunları tek tek
yazmak hem büyük bir sabır hem de
yüzsüzlük ister. Bende ikisi de yok. O yüzden bir kaç sahnenin okumasıyla
devam edip, ormanın derinliklerine dalayım diyorum.)
Doktora dönelim:
Her insan kendine bir yaşam dinamiği oluşturur. Yani yaşamak dediğimiz şey,
gerçekte alışkanlıklardır. Birini kaybettiğimizde ya da aldatıldığımızda
duyduğumuz öfke, bu alışkalıkların, bu
disiplinin yerle bir edilmesine yönelik ortaya çıkan başkaldırıdır. Bu sebeple
hem gerçektir, hem değil. (Bu cümleyi aklınızda tutmanızı isterim. Unutursam
bana hatırlatmanız için.)
Sıkıcı bir köyün,
sıkıcı insanlarının, sıkıcı hayatlarının içinde olan, her türlü sıkıcı detayın,
doktor tarafından her biri ayrı deftere- her biri ayrı kalemlerle yazılıyor
olması doktorun yaşam dinamiğidir. Siz, bunu kendi hayatınıza sosyalleşmek,
okula gitmek, başarmak, sevgili edinmek, basket atmak, si bemol tutmak, kadans
yapmak, motora binmek, çocuk sahibi ya da aile olmak, oy kullanmak, bir
ideolojiye inanmak, sanattan sözetmek diye uyarlayabilirsiniz. Size sıkıcı gelen
doktorun ritüelleri, gerçekte kendi
hayatınızdır. Her gece belli bir saatte pijamalarınızı giyip yatmanız, doktorun
o koca göbeği ve daralan nefesiyle masasından kalkıp, o daracık konsolun
yanından tık nefes sayısız kere geçmesine denk düşer. Bu yorucu işlemi
defalarca, Futaki’nin gereksiz sıkıcılıktaki hayatının, gereksiz sıkıcılıktaki
ayrıntılarını ayrı bir deftere yazdığı, köydeki her insan için ayrı defter
tuttuğu, bu defterleri de itinayla dosyaladığı, o dosyaları da arkasındaki
dolaba koyduğu için yapar ve bu doktorun her sabah uyanmak için bir amaç- bir bahane edinmek zorunluluğudur. Sizin her sabah uyanıp işe ya da okula
gitmenizden farkı yoktur bunun. çünkü bunu yapmazsanız her an bileklerinizi kesebiliriz. Ama nedense bu sahneyi izlerken içiniz daralır.
Oysa o an doktoru izlemek yerine ne ile oyalandığınıza baksanız
sobeleyeceksiniz kendinizi. Doktor
gerçekte sizsinizdir. Başkalarının sıkıcı hayatlarını gözlemeyi kendi yaşam
dinamiği haline getirmiş, hikayesini bunun üzerine oluşturmuş, diğerlerinin
hayatından hiç de daha sıkıcı bir hikayesi olmayan sıradan biridir doktor. Yazmazsa
ölecektir. İçmeden yazamayacaktır. Çünkü hayata tahammül etmektir insanın en büyük sınavı. Hayat, tam da bu eleştiriyi yaparken hayatın bu olduğunu kabullenmek demektir. Görkemli kuyruklar için kendini derin bir melankoliye hapseden çirkin kuyruklu sırtlanlarızdır biz, o kadar. Kendi kusmuğunda, çamurunda debelenen domuzlardan tek farkımız domuz olduğumuzu bilmiyor- kabul edemiyor olmamızdır. Kendimizi
uyuşturmadan yaşama tahammül edemiyor oluşumuzun sebebi kendimizi kabul edemeyeşimizdendir. Bir galon
brendinin üstüne, kalçamıza ofluya puflaya yaptığımız morfin, ihtiyaç
duymadığımız ikinci ayakkabıdır, sofradaki ikinci cins peynirdir, yenilediğimiz
otomobildir, kaçamak yaptığımız sekstir, içip dağıtmaktır, ikinci çocuğu
yapmaktır, ev sahibi olmaktır... Bunu eleştiriyor olmak bunları yapmayacağımız
anlamına gelmez. bunlara mecburuzdur. Doktorumuz bizlerce
sıkıcı ve faydasız bulunan bu hayatında kendine iş edindiği bu rutinle yaşama
tutunmuştur. Muhtemel, o da bizim hayatımız için aynı şeyi düşünüyordur. O
defterlerden birinde mutlak içimizden birilerinin adı ve hikayesi vardır;
olmalıdır. Birbirimizin sıkıcı aynalarıyızdır çünkü biz. Ve birbirimizi
eleştirerek, gözetleyerek daha iyi varlıklar olduğumuzu düşünmeden
edemiyoruzdur.
Filmdeki her insan
kendinden sorumludur, tıpkı filmi izleyen bizler gibi. Ahlak safsatadır,
dostluk safsatadır, ebeveynlik safsatadır. Çıkarlarımız doğrultusunda
kurduğumuz, işimize gelmediğinde kıçımızı döndüğümüz değer yargılarının
üzerinde tepinip durmaktayızdır. Filmdeki karakterlerin hiç biri katil değildir,
lakin iyi de değildir. iyilik diye üzerinde tepindiğimiz şey, henüz kimsenin kanı akmamışken
sorumluluk alıp kanın akmasına engel olmak yerine, en iyi ağıtı yakmaktır çünkü. O halde
gerçekte iyilik yoktur. Zaman zaman iyiliğe benzeyen bir şeyin göründüğü olur. Bu şey göründüğünde emin olun ki içimizden birinin
işine yarayan bir durum yüzünden tüm sevimsizliğiyle sırtlanlığımız sırıtmaktadır.
Bar sahnesi
dönmedolaptır; fazla metamorfik
düşünmeye gerek yok. O sebeple o kadar uzun ve durağandır. Buraya zamanında
çaresizliğin en çaresizliği bir zamanda yazdığım bir cümleyi eklemeden
geçemiycem: “Bir kaktüs olarak
sevilmeyeceğimi bilmekten çiçek açmakta ve gül taklidi yapmaktayım. Benimkisi
her ne kadar ayıpsa, senin beni eğilerek içine çekmen ve güzel koktuğumu söylemen
de bir o kadar ayıp. Bir yalanı
tamamlıyoruz birbirimiz adına. Ve gerçekte biribirimizin umurunda değiliz. Bütün
sorunumuz bu değil mi?”
Eğer bar sahnesini gözünüzü ekrandan ayırmadan izlediyseniz, belli aralıklarla mideniz bulanmıştır. Sahnenin sonunda akordiyon çalanın kalkıp kusması ve “işte bu” demesi bundandır. Ben de bir kaç kez kusma isteği duydum. Örümcekler mükemmel bir metafordur. İnsanın tüm endişeleri, korkuları, beklentileri devam ederken zaman akmaktadır ve çok şey olmasını beklediğimiz, dilendiğimiz, varlığımızı adadığımız bu hayatta gerçekte hiç ama hiç bir şey olmuyordur. Hem korkuyla hem ümitle beklenen Irimias ve Petrina umuttur; bizi yüzüncü kez yarı yolda bırakacak olan umut. Bir anlamda Godot’dur beklenilen. Bu hayatla bağımız Stockholm sendromundan başka bir şey değildir çünkü. Hem kendimize acırız, hem disiplin bozulmasın isteriz, hem içinde bulunduğumuz hayata tahammülümüz yoktur hem değişimden korkarız. Bu dünyaya insan olarak gelip bir oh çeken yoktur, çünkü, her insan tavuskuşunun kuyruğuna sahip olmak isteyen sırtlandır. Türküleri, aşkları, şiirleri, hikayeleri hep bunu anlatır.
İnsanın mutlu olması, sadece mutsuz olmamasından ibarettir.
Eğer bar sahnesini gözünüzü ekrandan ayırmadan izlediyseniz, belli aralıklarla mideniz bulanmıştır. Sahnenin sonunda akordiyon çalanın kalkıp kusması ve “işte bu” demesi bundandır. Ben de bir kaç kez kusma isteği duydum. Örümcekler mükemmel bir metafordur. İnsanın tüm endişeleri, korkuları, beklentileri devam ederken zaman akmaktadır ve çok şey olmasını beklediğimiz, dilendiğimiz, varlığımızı adadığımız bu hayatta gerçekte hiç ama hiç bir şey olmuyordur. Hem korkuyla hem ümitle beklenen Irimias ve Petrina umuttur; bizi yüzüncü kez yarı yolda bırakacak olan umut. Bir anlamda Godot’dur beklenilen. Bu hayatla bağımız Stockholm sendromundan başka bir şey değildir çünkü. Hem kendimize acırız, hem disiplin bozulmasın isteriz, hem içinde bulunduğumuz hayata tahammülümüz yoktur hem değişimden korkarız. Bu dünyaya insan olarak gelip bir oh çeken yoktur, çünkü, her insan tavuskuşunun kuyruğuna sahip olmak isteyen sırtlandır. Türküleri, aşkları, şiirleri, hikayeleri hep bunu anlatır.
İnsanın mutlu olması, sadece mutsuz olmamasından ibarettir.
Kapitalizm,
sosyalizm, komünizm hep değişmekten korktuğumuz, lakin içinde bulunduğumuz
şartlara da tahammül gösteremediğimiz için ortaya çıkar. Irimias burda kaderin,
yani tanrısı olmayan bir dünyada tanrıya yalvaran ve her şeyi bok eden insanın
Azrailidir. "Fetta Madunk- biz ölümden doğacağız" adlı sahne böyle başlar.Humanizm
üzerinde yükselen komünizm, kapitalizm tarafından süprülür. Irimias ve Petrina
çerçöp o sürüklenmenin arasında kararlılıkla yürümektedir. Çünkü henüz ölmüş
bir umudun üzerinde yeni doğmuş olan bir umudu tekmelemeye kararlıdırlar. Her
yeni düzen, vidanjörüyle birlikte doğar. Çünkü, her düzen kandırmacadır. İnsan
buna gönüllüdür, kendi eliyle yazar kaderini. Çünkü her insan bir amacın
parçası olmak zorundadır. Hayatının çok önemli ve özel bir anlamı olduğunu düşünür ve bunun hayata geçmesini ümit eder. Burası tam da tavuskuşunun
görkemli kuyruğudur. Gelmesinden
korktuğumuz Irımias’a kendi ellerimizle
teslim ederiz tüm emeğimizi. İnsanlar kandırılmak istedikleri için
kandırılırlar. İNSANLAR KANDIRILMAK İSTEDİKLERİ İÇİN KANDIRILIRLAR! Görünen o ki, dünya nüfusunun yarısı Tarr olmayı bırak, on dakikalık inek sekansını
izlemeyi akıl etmediği sürece de, bu
değişmeyecektir.
Tarr bunca
nafileleliği anlattığı için nihilist midir; aksine. Egzistansiyalizmin dibine vurmuş bir
abimizdir. Doğmuş olanın yaşamasına uyutmadan, uyuşturmadan, uyandırarak çare
bulmuştur.
O çoktan unuttuğunuz
ve bana hatırlatın dediğim cümleye geldik şimdi. Doğmuş olmak, çaresi olmayan bir illettir. Kafası çalışan
biriyseniz -daha önce yüzlerce kez tekrarladığım gibi- boktan hayatınıza son
vermek dahi bu hayatı fazlaca önemsemek olacaktır. Cioran bu sebeple intihar
etmemiş lakin,” her an intihar edebileceğimi bilmek içimi rahatlatıyor, ancak
bu şekilde yaşayabiliyorum” demiştir. Hayatın güzelliği, kendi yaşamının dışına
çıkıp hayatına bir proje, bir deney, bir tecrübe gibi bakabilmektedir. Bu
rastgeleliğe inanmak; görebildiğin,
duyabildiğin, hissedebildiğin her şeyi değerli kılar. Sözün- anlamın dışına
çıkmak, ezberi bozmak ancak bu şekilde
mümkün olabilir. Orada sadece hissetmek yatar. Bugün insanın en temel sorunu
hissedemiyor olmasıdır. Hissetmek için çırpınıyor, yeni yönytemler keşfediyor
lakin ona dokunamıyor olmasıdır. Hissedemedikçe daha da sıkılıyor, daha da
tüketiyor, daha da batıyordur. Kapitalistlerin tek suçu bundan yararlanmaktır.
Ve hissetmeniz için size, daha da hissizleştiğiniz antidepresanlar yazıyordur.
Mesela uyumanız için...Dzüenli uyumanın iyi olduğunu kim söyledi? Vücudunuz ne zaman
uyayacağını tüm sağlıkçılardan daha iyi bilir, emin olun. Ve siz gerçeklerden korktuğunuz, doktorun
hikayesini sıkıcı bulduğunuz, 10 dakika inek gösteriyor diyip bu filmi
izlememek üzerine geçerli bahaneler oluşturduğunuz için, gönüllü olarak bu ilaçları alıyorsunuzdur.
Tadı boktan bi şey olan alkolü bu yüzden tüketmekteyizdir. Tüm antidepresanlar
ve uyuşturucular bundan vardır.
(Marihuana hariç. Bulunuz
bu yazı)
Her saatin iki
temel ödevi vardır: Bir: zamanın ne
kadar da hızlı aktığını iki: zamanın geçmediğini göstermek. Evet; Tarr’ın
dediği gibi özgürlük bir bakıma insancıl değildir: Özgürlük için varolan düzeni
yıkıp yeni bir düzenin kıçına takılmak, ruhumuzun doğuştan prangalandığının kanıtıdır. aidiyet duygusu olmadan yaşayamayız. rastgeleliğimizi kabul etmek az da olsa aidiyeti reddetmek ve tanrının üzerine sifonu çekmektir. Belki de ümit dediğimiz şey, sadece ve sadece
hala bir şeyler istiyor olmaktır. Belki de o yüzden filmin ilk sahnesi, 10 dakika önce karısını düzdüğü Schmidt’e
Futaki’nin “ merak etme ihtiyar, harika bir hayatımız olacak” demesiyle
kapanır.
Komünizmden yeni
çıkmış bir Macar köyünün uçsuz bucaksız ovaları, bu ovaların sıradan insanları,
bu insanların sıradan hikayeleri bizi ve hayatlarımızı anlatır. İster bir karıncayı
avucunuza alıp saatlerce inceleyip kendinize bir göz atarsınız, ister Tarr’ın
doktoruyla, köylüleriyle, inekleriyle dalga geçersiniz. Ama bilmenizi isterim
ki; sizin hikayeleriniz de en az o kadar sıkıcı ve sıradandır. O yüzden filmin
bende bıraktığı hazzı itinayla kendime saklamak yerine, bu yazıyı yazmak
istemişimdir. İneklerin sahnesinde kelimelik oynayanlar bana ukala zevzek desin,
kıyıda kalmış bir kaç kişi ilk gördüğü karıcayı avucuna alsın, yeterdir.
Unutmayın bu söylediğimi: Bu hayat unutmak üzerine kuruludur.
Not: bu yazıyı bir seferde yazdım. Sonra redakte ederim diye
düşünerek. Şimdi yazı bitti. Ve ben kendimi ne yazdığımı okumak yerine- ki
bunun bile bi önemi yok- capslock tuşunu ararken buldum. Çok utandım. O yüzden
aceleyle yazılmış, yazmanın nafileliğiyle yazmak zorundalık arasında sıkışmış
bir DOĞMUŞ olarak, yazıyı olduğu gibi, dilbilgisi, klavye, zihin hatalarıyla
başbaşa bırakıyorum. Böyle olmalı, evet tam da böyle olmalı.
Ha bu arada, merak etmeyin; harika bir hayatımız olacak.