Sözcüklerin duyguya yetişmesi olanaksız değildir; tersine, sözcükler
duygulardan tamamen farklı şeyler anlatır. Özgürlüğün ne olduğunu bilmesem de,
ne olabileceğinin hayalinin peşinde ısrarla koşuyorum. Gerçek’le gerçeklik
arasındaki bu uçurum neredeyse öldürecek beni... Ama ayağıma kadar uzanan
ve sonrasında geri çekilen dalganın, hırpaladığı kum tanesine göre üstünlüğünü
kabul etmek zorundayım. Ta ki, gel-git’i düşünene dek... Biliyorum ki, bu iflah
olmaz romantizm beni bir çerçevenin orta yerine mıhlayacak. Gel-git’in
kellesini de ay, güneş, evren kesip alacak. Ve evrenin bir nihayeti
olmadığı noktasında çakılı kalacağım. İyisi mi, bir insan olduğumu hatırlayıp(
sık sık unutuyorum) dalga ve kum tanesi hiyerarşisine geri dönmek. Sonra
denizin üzerinde salınan şey- denizin üzerinde duran- bir yerlere yalnız
gidemeyen şu tekne? Durgun bir şey değildir ki yaşamak, üzerinde zamanı
taşır. Zaman, yaşamın üzerindelikle ilgilenmez; yaşam zamana, biz yaşama sırnaşır,
böylelikle kendi etrafımızda dönen haklı bir ontolojik dizin oluştururuz.
Tekne gibi, zamanın içinde çarmıha gerilip, zamanın gözümüzün önünden aktığını
ve sündürüldüğümüz gerçeğini unutup, denizi ve bunu yaratan dinamiğin ne
olduğunu dışarda bırakarak, salındığımız gerçeklikte
teselli buluruz.
Dinginlik; doğmakla kaybettiğimiz ve
ömrümüzün çoğunu aramakla geçirdiğimiz büyük yorgunluk...Gerçeklik...O
uzun boylu, renkli gözlü, güzel, başarılı sarışın: Gerçeğin dil’e sıkıştırılmış,
dev egolarımız ve küçük kulaklarımızla
mırıltısını işittiğimiz sayısızıncı yankısı... Ona yaklaşmış olma yanılgısının
içimize bıraktığı avuntu ve bu avuntudan canı sıkılanların bir gerçeğe
baktığı halde onu bir türlü göremiyor ve göremeyecek olmasının verdiği usanç...
Elektriksiz bir dönmedolap...Güzel ve çirkinin gerçekte ne olduğunu
hiç bilmeden, birinden tiksinip, diğerini kovalama melankolisi …Bir tekne
olarak doğmuş olmanın bize sunduğu ve heyecan verici bulduğumuz
maceranın, birilerini götürüp getirmekten ibaret olmasının verdiği
acı... Aynı acı'nın podyum değiştirip denizin devinimine katkımız varmışçasına
kangren bir yaraya pansuman etkisi... Sadece bir dalga olmaya niyetli bir
dalganın, bizi yükseltip, geri dönüşüyle aşağı çekmesine saldırganlık
göstermenin, doğa üzerinden loto oynayıp ölüme kafa tutmakla açıklanır
olmasının gülünç sadeliği…Hayatı sırf bir nihayeti olduğu için sürekli
bıçaklıyor olmamız... Bunun, bizi yasalar önünde katil yapmıyor olmasının
verdiği güç ve güven duygusu... Cinnet geçiriyor olduğumuzu kabullenemeyip,
doğmuş olmak mutsuzluğunu “edinerek”
geçiştirme gafletimiz...Gerçekte tekne yerine deniz olmak hevesimizi denize ana
avrat dümdüz sektirerek geçiştiriyor olmamız...Denizin varlığını ve devinimini şans
olarak adlandırmamız. .. Yaşamak arzusunun, yine bizler, öncekiler ve
sonrakiler tarafından şekillendilen ve şekillendirilecek olan kavramlar-
sınırlar dahilinde, asla doymayacak ve aynı zamanda yok edilemeyecek
olmasının verdiği çaresizlik... Bu çaresizliğin aynı anda yaşamın tek
mutluluk umudunu taşıyor olması... Bir kuşun kanat çırpması kadar doğal olan
doğumu ve ölümü kavrayamadığımız için, hayatı gözden düşürüyor ve kaçırıyor
olmamız...
Bunları gün
içinde üst üste dinlediğim Gustav 5- adagietto’nun tetiklemesi ve
gelip giden dalgalara baktığım için yazdığımı sanıyordum. Sonra,
aralarındaki derin benzerliğe ve uyuma takıldım. Bu bölüm, baştan aşağı doğum,
yaşam, yükseliş, çöküş ve teslimiyet karmaşası içinde- güneşin batışı kadar
başına buyruklukla eşdeğer- yeniden ve yüzsüzce doğuşunu, denizin deviniminin
hayatla sade bir biçimde eşleştiğini işaretliyor. Gustav, bir deniz kıyısında
zamana siktiri çekerek ( ki bunu daima bize "zaman"
yapar!) sayısız saatler içinde, bu gelip giden sayısız dalgaya bakarak; bu
fazla renklilik ve hareketin mide
bulandırıcılığını, sonra renklerin solduğunu, sonra yeniden ışıdığını,
nihayetinde tek bir rengin bile gerçekte
varolmadığını, varolmak için büyük savaş
verdiğimiz “görmek ve bilmek” arzusunun tatmin edilmesinin imkansızlığını,
insanın doğa içindeki sürüklenişini- çaresizliğini, özetle insanın uçamayan bir
kuş olduğunu görmüş olmalı...Yeteneğin, güzelliğin, eksikliğin, iyiliğin,
kötülüğün, doğru ya da yanlışın değil, sadece doğmuş olmanın verdiği
yorgunluğun o suskunluğa, dinginliğe ölmekten önce ulaşmanın, bu
dinginliğin küçük bir parçası olmayı kabul etmenin ve hayalgücünün aslında
gerçek olanı "bilerek" dışarıda bıraktığını kavramanın sadeliğine bir
selam çakıp, bu bölümü bu güzelim yorgunluğu kutsamak adına yazmış olmalı...
Gustav ‘ın eserinin bu bölümünü, Morte a Venezia’dan dolayı mı şekillendirip
sevdiğimi, bu bölümü sevdiğim için mi Morte a Venezia’yı baş tacı ettiğimi
gerçekte bilmiyorum. Gustav ne için yazmıştı, onun bildiğinden de
şüpheliyim. Ancak gerçeği aramak yolunda gerçekliklere razı olmanın,
insanın kaderi olduğuyla yüzleşmiş olduğu yönünde güçlü hislerim var. Dil
‘in ve anlam'ın içine bu kadar düşüp kaybolmuşken, hala bir gerçeği - üstelik
içinde hiçbir eğlence barındırmayan bu gerçeği- kovalamaktansa "gerçekliklerle"
oyalanıyor, yaşam formunu oluşturuyor ve bunu kabul etmekle değer kazanıyor isek, kendi hikayesini olmak istediği
kahramanın ağzından anlatan şizofrenler olarak kalacağız demektir.
Benim bu
eseri neden sevdiğimi kendi kuytularımda bile sondajlayamıyor olmamdan ise şu
sonuç çıkar ve bu hayatın bana göre resmidir: Yukarda yazdığım
Gustav-Visconti-ben üçlemesindeki 3. çarpan olarak ben, içime düşen şeyin ne
olduğunu anlamlara takılmadan çözemiyor ve göremiyor isem, bu üçlemenin ilk
ikisine tanık olmamış, düşünmemiş olan, yalnızca yazdığımı okuyan 4. çarpan,
bırak gerçeğe yanaşmayı, benim, Gustav’ın ya da Visconti’nin bendeki iz düşümü
ile yola devam edecek ve sadece benim "gerçekliğimle" yetinecektir.
Böylece çok düşünen insanların gerçeğe yanaşma yolunda kaybettikleri
gerçeğin gerçek düşmanı olan ve gittikçe bulanıklaşan gerçekliklerle
her şey daha da çoğalıp, ufalacak demektir. Bu yüzden her bireyin
zihninden geçen her düşünce ve onun diğer düşüncelerle çarpışıyor olması, en
azından bulanık gerçekliklerden ziyade, gerçeğe ulaşma yolunda
mazereti olan gerçeklikler olarak yola devam etmek zorundadır. Gerçekten
ziyade gerçeklikle kendince tanımladığı o modern hayatı
sürdürebilir noktasına erişebildik ve orda soluklanıyor isek, yerküre
daima benzer insanların benzer şekildeki yaşamlarıyla dolup boşalacaktır; bunun
tek ve haklı tanığı olan zaman’a siktiri çekebilecek cesareti taşıyan
insanlar, gerçeğe ulaşamasalar dahi, gerçeği aramak macerasının, bir tekne
olmaktan ziyade bir kum tanesi, ya da bir dalga olmakta yattığını
kavrayacaklardır. Ve bunun dışında kalan ve evrenin kendisiyle yakın bir
bağı olduğunu düşünen çoğunluk ise, güneş'in deniz üzerindeki her
batışını kendi rakı kadehleri, şiirleri, aşklarıyla ilişkilendirip, yarın onlar
için doğacak olmasının büyük emniyeti ve güveniyle rahatça uyuyacak ve yaşamı
böyle adlandıracaklardır. Sanki güneş evren'in, onlar da güneş'in umurundalarmış
gibi….
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder