Aşkın insan ruhu için ne denli büyük bir besin kaynağı
olduğu açıktır. O noktada yaratıcılığı ve
bakış açısı genişler insanın. Güzelleşilir, değer verdiği ayrıntılar değişir. Tek bir
insan yaşamın odağı haline gelir. Bir
açıdan bağnazdır, yıkıcıdır, tahrip gücü yüksektir, bir açıdan tanrı inancı gibidir. Yamyamdır;
fedakarlık adı altında egosantrik taklalar atar. Bir açıdan iki yüzlüdür. Sevmek
adı altında sevgi dilenir ve çoğunlukla sevmeyi ihmal eder. Buna karşın insanlık tarihi
boyunca ruhun en büyük hükümdarı olduğu
açıktır. Öyle ki sadece aşıkları izlemek,
gözetlemek dahi edebiyatın, resmin, müziğin, tarihin şeklini oluşturmuştur.
Bir çok düşünüre göre aşk, tamamen güdüsel bir kavramdır. Üremek için av olmaya ve avlanmaya rıza göstermek
durumudur. Ancak insan ruhunun kendini doğanın en üstüne yerleştirmesi, kendi türünü
hayvanlardan ayrıştırması, ilkel olana duyduğu tiksinti ile birlikte
aşkın, üremek güdüsünden yüce ve hayranlık uyandıran bir konuma taşınması,
sadece tohum bırakmak ve tohumu taşımak sadeliğinin estetik olarak
benimsenemiyor olması, bununla da kalmayıp üremek güdüsü ile tamamen
ayrıştırılması, her toplumda her çağda aşkı değer olarak yükseltmiş ve yüceltmiştir.
Schopenhauer’in aşk üzerine düşünceleri bir çok insanı rahatsız edecek kadar
agresif bir ilkelliktedir. Oysa
düşünürün dile getirdikleri bilimsel açıdan son derece akla yatkındır.
Buna karşın çoğunlukça kabul görmez ve onaylanmaz. Yükselen kadın- erkek
eşitliğinin yanında da çağ dışı bulunur
ve hakir görülür. Erkeğin topluluk içinden seçtiği kadın, tamamen kendisinde
eksik olan zeka ve güzelliği tamamlamak adına seçilendir. İrade, güç ve karakter
çocuğa erkeğin genlerinden geçecektir. Yine aynı tanımla, kadın erkeğini
güzellikten çok, bu kriterler üzerinden seçer. Seks arzusu doğmamış olanın
doğmak arzusundan başka bir şey değildir. Ve yine doğmamış olan, doğasını
yüksek kriterlerde belirlemek üzere
karşılıklı eksiklikleri tamamlamak üzerine ebeveynlerini buluşturur. Pek tabii, insanın gelişimiyle
birlikte bu duygu tamamen şekil değiştirmiş, daha ruhani, daha estetik tanımlarla taçlandırılmıştır. Bu sebeple erkeklerin bir çoğu hayatını
birleştirmek istemediği kadınlarla seks yaptıklarında ertesi gün pişmanlık
duyar. Hissettiği duygu ortaya konmamış ancak konma ihtimalini taşıyan
çocuğundan duyduğu hoşnutsuzluktur. Ve ilişkiye girdiği kadın zeka ve güzellik olarak erkek tarafından
onay görmemekte, küçümsenmektedir. Tiksinti duyduğu şey, olası bir çocuğun
ideal olandan uzak oluşudur. Bu yüzden adet görmekten kesilen ve henüz adet görmemiş olan kadına karşı duyulan
cinsel arzu neredeyse eşittir. Burada bahsettiğim şey Schopenhauer’in de dile
getirdiği üzere tutkulu olandır, aşktır. Mantık dahilinde yürüyen ilişkiler
doğaya meydan okurcasına biçim değiştirmiştir. Bu noktada tek eşliliğin
de ne denli plastik bir diretme olduğu ile yüzleşmek lazım gelir. Erkek
tohumunu, daima daha zeki, daha güzel, daha genç ve daha sağlıklı olana bırakmak
güdüsünden vazgeçemez. Yine kadın da, tohumunu taşımak istediği adamı daha
güçlü, daha iradeli, daha istekli, daha genç ve sağlıklı olanlardan seçecektir. Ancak bu
toplum tarafından onay görmeyen bir davranıştır. Bu sebeple gelişmiş toplumlarda
sürdürülen eskimiş ilişkiler, büyük bir mutsuzlukla taçlandırılmış, ahlak adı
altında çiftleri iki yüzlülüğe teşvik etmiştir. Her birey güdüsel olarak kendi
vücudunda ve ruhunda eksik olanı tamamlamak peşindedir. Doğmamış olanın doğmak
arzusu, soyun evrilmesi, devam etmesi adına
sistem böyle işlemek durumundadır. Bu,
kendi varlığında eksik olanın tamamlanması arzusu ve güdüsüdür. Eğer
öyle olmasa idi seks yapma arzumuz gelişmemizle doğru orantılı olarak yok
olurdu. Nitekim, seks arzusu bireyin kendini geliştirmesi ile her daim geri
plana itilir. Buraya kadar olan aşkın metafiziği içindeki fiziktir. Diğer yana,
yani ruhun aşkı yüceleştirmesi, gelişkin bir yaratık olarak yalnızca üremek
duygusundan tiksinti duyması ve bunu onaylamıyor
olması durumuna, özetle metafiziğine bakacak olursak, aşk, doğmuş olmak durumunun başedilmezliğine
oturtulmuş bir antidepresandır. Varolmak sorunsalı, doğanın dışına taşmış
olanın içinde yaşanan bozgun, hayalkırıklığı, kaybolmuşluk, yorgunluk için
yeniden bir” doğmak” arzusudur. Seküler olanın içine hapsolmuş ruhun, “
olmadığını bildiği" bir tanrının inancında teselli aramasıdır. Bu yeniden doğuş içinde birey,
öncelikle kendini yok etmelidir. Bu yüzden varolmaktan bunalmış olan için aşk,
tam bir teslimiyettir. Bir başka bedende eriyip, yok olma dileğidir. Ve ancak,
henüz doğmamış ve doğmak isteyenin yine güdüsel olarak hayata gelmek, ona
tutunmak güdüsüyle çarpışır. Yani, AŞK tam bir teslimiyet, doğmuş olduğunu unutmak, erimek ve yok olmak
arzusu olsa da, AŞIK OLMUŞ OLMAK tam bir doğmak, yaşamak arzusudur. Aşk,
kavramsal olarak insanın karmaşıklığı sebebiyle
üremek davranışının dışına bu
sebeple taşmış ve sanatın, felsefenin, psikanalizmin odağı olmuştur. Mutluluk
ve kederin aynı kavram üzerinde bu şiddetle kontrolsüz bir biçimde tepinmesinin sebebi tam olarak budur.
spinoza'nın sesi hiç güzel değilmiş...
YanıtlaSilBu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSilBu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSilnefis...
YanıtlaSilBu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSil