3 Kasım 2014 Pazartesi

aşk üstüne 2



Aşkın insan ruhu için ne denli büyük bir besin kaynağı olduğu açıktır. O noktada  yaratıcılığı ve bakış açısı genişler insanın. Güzelleşilir,  değer verdiği ayrıntılar değişir. Tek bir insan yaşamın odağı haline gelir. Bir  açıdan bağnazdır, yıkıcıdır, tahrip gücü yüksektir,  bir açıdan tanrı inancı gibidir. Yamyamdır; fedakarlık adı altında egosantrik taklalar atar. Bir açıdan iki yüzlüdür. Sevmek adı altında sevgi dilenir ve çoğunlukla  sevmeyi  ihmal eder. Buna karşın insanlık tarihi boyunca ruhun en büyük hükümdarı  olduğu açıktır. Öyle ki sadece aşıkları izlemek,  gözetlemek dahi edebiyatın, resmin, müziğin, tarihin şeklini oluşturmuştur. Bir çok düşünüre göre aşk, tamamen güdüsel bir kavramdır. Üremek için  av olmaya ve avlanmaya rıza göstermek durumudur. Ancak insan ruhunun kendini doğanın en üstüne yerleştirmesi, kendi  türünü  hayvanlardan ayrıştırması, ilkel olana duyduğu tiksinti ile birlikte aşkın, üremek güdüsünden yüce ve hayranlık uyandıran bir konuma taşınması, sadece tohum bırakmak ve tohumu taşımak sadeliğinin estetik olarak benimsenemiyor olması, bununla da kalmayıp üremek güdüsü ile tamamen ayrıştırılması, her toplumda her çağda aşkı değer olarak yükseltmiş ve yüceltmiştir. Schopenhauer’in aşk üzerine düşünceleri bir çok insanı rahatsız edecek kadar agresif bir ilkelliktedir. Oysa  düşünürün dile getirdikleri bilimsel açıdan son derece akla yatkındır. Buna karşın çoğunlukça kabul görmez ve onaylanmaz. Yükselen kadın- erkek eşitliğinin yanında da  çağ dışı bulunur ve hakir görülür. Erkeğin topluluk içinden seçtiği kadın, tamamen kendisinde eksik olan zeka ve güzelliği tamamlamak adına seçilendir. İrade, güç  ve karakter  çocuğa erkeğin genlerinden geçecektir. Yine aynı tanımla, kadın erkeğini güzellikten çok, bu kriterler üzerinden seçer. Seks arzusu doğmamış olanın doğmak arzusundan başka bir şey değildir. Ve yine doğmamış olan, doğasını yüksek  kriterlerde belirlemek üzere karşılıklı eksiklikleri tamamlamak üzerine ebeveynlerini  buluşturur. Pek tabii, insanın gelişimiyle birlikte bu duygu tamamen şekil değiştirmiş, daha ruhani, daha estetik tanımlarla taçlandırılmıştır. Bu sebeple erkeklerin bir çoğu hayatını birleştirmek istemediği kadınlarla seks yaptıklarında ertesi gün pişmanlık duyar. Hissettiği duygu ortaya konmamış ancak konma ihtimalini taşıyan  çocuğundan duyduğu hoşnutsuzluktur. Ve ilişkiye girdiği kadın zeka ve güzellik olarak erkek tarafından onay görmemekte, küçümsenmektedir. Tiksinti duyduğu şey, olası bir çocuğun ideal olandan uzak oluşudur. Bu yüzden adet görmekten kesilen ve henüz  adet görmemiş olan kadına karşı duyulan cinsel arzu neredeyse eşittir. Burada bahsettiğim şey Schopenhauer’in de dile getirdiği üzere tutkulu olandır, aşktır. Mantık dahilinde yürüyen ilişkiler doğaya meydan okurcasına biçim değiştirmiştir. Bu noktada tek eşliliğin de ne denli plastik bir diretme olduğu ile yüzleşmek lazım gelir. Erkek tohumunu, daima daha zeki, daha güzel, daha genç ve daha sağlıklı olana bırakmak güdüsünden vazgeçemez. Yine kadın da, tohumunu taşımak istediği adamı daha güçlü, daha iradeli, daha istekli, daha genç  ve sağlıklı olanlardan seçecektir. Ancak bu toplum tarafından onay görmeyen bir davranıştır. Bu sebeple gelişmiş toplumlarda sürdürülen eskimiş ilişkiler, büyük bir mutsuzlukla taçlandırılmış, ahlak adı altında çiftleri iki yüzlülüğe teşvik etmiştir. Her birey güdüsel olarak kendi vücudunda ve ruhunda eksik olanı tamamlamak peşindedir. Doğmamış olanın doğmak arzusu, soyun evrilmesi, devam etmesi adına  sistem böyle işlemek durumundadır. Bu,  kendi varlığında eksik olanın tamamlanması arzusu ve güdüsüdür. Eğer öyle olmasa idi seks yapma arzumuz gelişmemizle doğru orantılı olarak yok olurdu. Nitekim, seks arzusu bireyin kendini geliştirmesi ile her daim geri plana itilir. Buraya kadar olan aşkın metafiziği içindeki fiziktir. Diğer yana, yani ruhun aşkı yüceleştirmesi, gelişkin bir yaratık olarak yalnızca üremek duygusundan tiksinti duyması ve  bunu onaylamıyor olması durumuna, özetle metafiziğine bakacak olursak,  aşk, doğmuş olmak durumunun başedilmezliğine oturtulmuş bir antidepresandır. Varolmak sorunsalı, doğanın dışına taşmış olanın içinde yaşanan bozgun, hayalkırıklığı, kaybolmuşluk, yorgunluk için yeniden bir” doğmak” arzusudur. Seküler olanın içine hapsolmuş ruhun, “ olmadığını bildiği" bir tanrının inancında teselli  aramasıdır. Bu yeniden doğuş içinde birey, öncelikle kendini yok etmelidir. Bu yüzden varolmaktan bunalmış olan için aşk, tam bir teslimiyettir. Bir başka bedende eriyip, yok olma dileğidir. Ve ancak, henüz doğmamış ve doğmak isteyenin yine güdüsel olarak hayata gelmek, ona tutunmak güdüsüyle çarpışır. Yani, AŞK tam bir teslimiyet,  doğmuş olduğunu unutmak, erimek ve yok olmak arzusu olsa da, AŞIK OLMUŞ OLMAK tam bir doğmak, yaşamak arzusudur. Aşk, kavramsal olarak insanın karmaşıklığı sebebiyle  üremek davranışının dışına  bu sebeple taşmış ve sanatın, felsefenin, psikanalizmin odağı olmuştur. Mutluluk ve kederin aynı kavram üzerinde bu şiddetle kontrolsüz bir biçimde  tepinmesinin sebebi tam olarak  budur.

5 yorum: