Kendi sınırlarını oldukça iyi bilen biriyim. Bu sebeple kendimi zor duruma sokacak işlere girmemeyi tercih ederim. Günün ortalama 8-10 saati bir şeyler okumak ve izlemekle geçer. Enteresandır, bilgiyi hafızamda ham haliyle tutamam. Öğrendiğim her şey işime yararlığı kadarıyla gidip o içimde biriktirdiğim tecrübeye yapışır. O biriken bilgiler kendi aralarında uyum ya da uyumsuzlukla bir dinamik oluştururlar. Bu sebeple düşünme şeklim bi çok konuda ham ve ezberlenmiş bilgiyi tutup an'a getirmek yerine, bir çok konuyu birbirine bağlayan bir bellek taraması oluşturmuşdur. Code Inconnu kimin filmidir dendiğinde düşünmeden cevap veremem. Ama Haneke'nin Code Inconnu'sü hakkında konferans verebilirim. Çünkü Haneke'nin Code Inconnu'sünü bilgi olarak değil, tecrübe olarak edinmişimdir. İşime yaramayan bilgiyi de asla aklımda tutamam. Bu yüzden telefon konuşmalarında ne konuştuğumu, kimle konuştuğumu telefonu kapattıktan 5 dakika sonra unuturum. Bu, özellikle son 5 yıldır yaşantımın en bariz handikaplarından biridir. Bunun yanında, kıvamı gittikçe koyulaşan bir asosyalliğe gömülüyorum. Güncel olanla nerdeyse hiç ama hiç kesişmiyorum. Ön belleğim insan davranışlarını didiklemekten ve bu konuda bilgi edinmekten dolmuş durumda. Beni bir televizyonun önüne oturtun, 5 saat sonra gelip sorun, ilgimi çekmeyen hiç bir bilgiyi öğrenenediğimi göreceksiniz. Mesela hiç bir reklamı dinlemem ben. Beyin uyku moduna geçer. Hiç bir yolu, yönü öğrenemem. Bir mağazaya girelim, çıkınca ne tarafa yürüyeceğimi bilemem. Kendi yazdığım hiç bir şiirin 2 dizesini ezberleyemem. Mutfağa niye gittiğimi 4. de hatırlarım. Bir yıl boyunca tüm belgelere 2012 yerine 2011 diye imza attım. Bana kalırsa tüm dünya yanılıyodu, ama olsun. Öğrencime vereceğim aria'yı 60 saniye kadar tarayarak buluyorum. Bir hafta önce izlediğim bir filmi bir hafta sonra izlediğimde ancak bi kaç sahnesi tanıdık geliyor. Sonlarına doğru filmi yeni izlediğimi anlıyorum. Bir romandan nerdeyse hiç bir şey kalmıyor bana. Bir kaç ay içinde hiç okumamış gibi baştan okuyabilirim kitabı. Bu yüzden yarım bıraktığım romanlar kabustur benim için, daima baştan başlarım. Çocukluğuma yönelik çok az şey hatırlıyorum. Kendilerini hatırlatan okul arkadaşlarımı çok geç anımsıyorum. Özetle kısıtlı bir çevrenin içinde sadece ilgimi çeken konuları sündürmekle, bu konuları didiklemekle geçiyor ömrüm. Geçen yıl demanstan korktuğum için tomografi çektirdim, o derece. Bunu ilginçlik olsun diye söylemiyorum, gerçekten ilgi çekici bir unutkanlık benimki. Neyse, bu gün çok ama çok yardım etmek istediğim bir arkadaşımın bilgi yarışmasındaki jokeriydim. Soru Yılanların Öcü ve Yol filminin yönetmeniydi. Yani Şerif Gören. Telefon çaldığında ben zaten Mars'a doğru yolculuğa başladığımdan,hafızam ve onu kullanış şeklimin handikaplarını bildiğimden yarı ölmüştüm. Yol deyince Yılmaz Güney geldi aklıma. İnanmazsınız bu yarışmanın Güney sorusu sorduğu için hangi kanalda olduğunu bile sorguladım arada. Sonra Yılanların Öcü ve Fakir Baykurt geldi. Yılmaz Güney'le uyuşmayan bir bilgiydi bu. Atıf Yılmaz, Ertem Eğilmez, Yavuz Turgul filmlerini taradım seçenekleri tekrar ettirirken. Yani bilgiye diğer üç yönetmenin filmlerinden ulaşmaya çalışıyorum, kafanın işleyiş şekline şapka çıkarın lütfen. Ve dıttt dıttt dıttt. Bu durumumu arkadaşıma baştan da söylemiş idim. Bu konuda hafızası dehşet iki arkadaşımı da önermiş idim. Ama canım arkadaşım benimle yürümek istedi bu yolu. Bunu düşündükçe daha da kahroluyorum. İlk aklına geleni niye büyük bi özgüvenle söylemedin diyorum. Bütün gün üzüntüden yataktan çıkamadım. Bunu egom hasar aldığı için yazmıyorum, arkadaşım için önemli olan o bilgiye ulaşamadığımdan kahrolduğumu bilmeniz için yazıyorum. Sonuçta, neden bir türlü "insana" benzeyemediğimi yatakta sorgulamakla geçti bütün günüm. Saat sabahın altısı, oturmuş bunu yazıyorum. Bunu niye yazıyorum biliyor musunuz:
Çünkü tüm insan ilişkilerinde de böyleyim ben. Gerçekten önemli olduğuna inanmadığım hiç bir hikayeyi dinlemiyorum. Karşımdaki kişi ısrarla anlatmaya devam ederse, o önemsiz olan şeyi onun için önemli olan ana temaya çekiyorum. Hayvanlar dışında hiç bir sorumluluğun altına girmek istemiyorum. Çok sevilmek bile bu sorumluluklardan biri. Sahneden fişimin çekilmesini istiyorum. Yapamam diyorum açıkça; yapabilirim ihtimaline sırtımı dayamak ve inanmadığım bir şeyin peşinde sürüklenmek istemiyorum. Hayat tembeliyim ben. Yaşamanın pratiğinden ziyade teorisiyle ilgileniyorum. Ders almak isteyenler, hikayelerini anlatmak derdindekiler, görülmek, sevilmek, bilinmek isteyen her şeye karşı tembelim ben. İç güdülerimle yaşıyorum. Toplumun ayıp dediğini de, takdir ettiğini de algılayamıyorum. Kafam bu bilgilere filtre takmış sanki, ancak çok küçücük, çok ince, çok farkedilmez olanlar süzülüyor ve tepişiyor içerde. Bu saatte Mozart'ın müziğinin üzerine edilen her lafı bıdıbıdı olarak algılıyorum. Kaldı ki Türkiye'deki Sanat Kurumları... Türkiye'nin durumu ne olacak yerine Code Inconnu'yu, Turin Horse'u daha da didikleyerek geçecek belli ki ömrüm. Hülasa; süregiden ve belli alışkanlıklarınız dahilinde yaşadığınız bir hayatınız varsa, ben sizin yerinizde olsam benimle görüşmezdim. Gelişmek adına ezberlenmiş olanı daima dışarda bırakıp, ilkelliğe depar attığımdan. Bütün gün bunu sorgulayınca yıllardır merak ettiğim bir konuya yol açıldı: Bunca okuyan, yazan, çizen adamın bu kadar bilgiye rağmen hayatını nasıl boktan yaşayabilirliğini nihayet kavradım. Benim gibi insanlar bilgiyi yürüdükleri yolu aydınlatan ateşböcekleri gibi görüyor. Geçerken onları selamlayıp, yürümeye devam ediyorsun. Diğerleri ise ateşböceklerini ceplerine dolduruyor. İlerlemek eylemi ağırlaşıyor dolayısıyle.
Gelecek sefere Şerif Gören diyince muhtemel Yılanların Öcü yerine bunu anlatıcam.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder