29 Ekim 2014 Çarşamba

GERÇEK BİR SEVGİNİN BEDENİNİ KAYBEDENLER İÇİN REQUIEM

Akılsız ve acizsin!
Binlerce saçmasapan düşünce ve inanç senin varolman için değil, varoluşuna tanık olman için yaratıldı. Sen bu arada kendini unut, sadece adını yaşat diye.
Tüm bu tanımlar ölümlü olmana rağmen- ölümü yok sayarak yaşayabilmen adına önüne konuldu. Düşünmeye üşenen insan kendine yakın bulmadığı şeyi reddeder: işte bu sen,bu şekilde varederken kendini, gurur, hırs, acı, yalnızlık, içi boşalmışlıkla  ÖZ SENİ yok eder durur.
     Dünya kendini tanımayan, başkalarının tanımlarıyla kendini tanımlayan insanlarla doludur. Ellerinden paraları, amaçları, evleri,yurtları,çocukları, dostları alındığında,  ne kalır geriye bu insanların insanlıklarından?
    İnsan ilerlemek üzerine kodlanmıştır; an’ı kaçırır bu yüzden. Ve bilmez ki ömür dediğin şey anlardan oluşur. İnsan kendi yaşamını yaşarken kovalayan , yaşamayı bir türlü yakalayamayandır. İnsanın trajedisi budur-mutsuzluğu bundandır! İnsafsız tarihinde başarı ve erk, intihar etmemesi için  ilerlemek olarak adlandırılmıştır.  Yaşamına koyunlarından başka tanık bulamayan bir çoban ‘ın intiharını hiç işitmedim ben. O kendisiyle doğar, kendisiyle yaşar. Sahip olduklarının ve olmadıklarının kuytularını bilir. Bir o kadar da çok insan tanıdım ilerlemiş: kendilerini tanımayan ve tanıksız tanımlayamayan. Onlar intiharın eşiğinde yaşayıp, intihar edenlere el çırpan insanlardır.
İnsan korkandır : acıya,üzüntüye, sıkıntıya mesafe koyarak ve kendinden uzaklaşarak geçirir ömür diye tanımladığı ömrünü. Oysa insanın tatmin olmaya, sürekli bir mutluluğa bağışıklığı yoktur. Yaşamak, bize kendimizi unutturarak, endişe içinde inleye inleye huzur ve mutluluk dilenmeyi iş edindirmiştir. Ki ne anlamlı bir anlamsızlıktır; ölümlü olduğunu unutup, sevdiklerinin, başarılarının, paranın, sevişmelerinin bir gün yok olacağını düşünmeyi erteleyerek  çırpınıp durmak!  Aşık olunduğunda neden bu en hissedilesi duyguya hep bir acı eşlik eder? Uzun uğraşlar  sonunda elde edilen başarılar nihayetlendiğinde, çoşku yerini neden kocaman bir boşluk  duygusuna bırakır? Çünkü insanın ölümlülüğü ve her şeyin geçiciliği tüm ömrünü örtük,muğlak ve  sürekli bir hüzünle kaplar. Çünkü insan ne yaparsa, ne yaratırsa, ne yaşarsa yaşasın tüm bunların bir gün yok olacağı endişesinden kendini kurtaramaz. Aptalı da, dehası da, zengini de, fakiri de bir gün mutlaka ama mutlaka yok olacaktır. Bu düşünebilen bir canlıya  verilebilecek en büyük cezadır. İnsan bunun için  en eksik yaratılmış ve en yanlış kodlanmış  yaratıktır. Öncesi ve sonrası hakkında fikri olmayan,  ama tüm bunları düşünmek ve hissetmek zorunda bırakılan yegane varlıktır insan!
    Ölümü unutmaya çalışarak hayatın tadını çıkardığını zanneden akılsız insanlar vardır. Toplumda yer edinirler; erk, para ve  kariyer sahibi olmak ve  sosyal çevrelerini genişletmekle ölmek fiili onların sözlüğünde birinci tekil çekimlerden uzak durur. Onları hiç ölmeyecekmiş gibi çalışmalarından ve alllegro mutsuzluklarından hemen farkedersiniz. Ölmeyecekmiş gibi yaşayan bu tür insanlar, ölmek fiilini elbet çekerler-  ancak başkaları için. Bir yaratanın, bir inancın onları koruduğuna inanarak, "NE YAPARSA YAPSIN" ın önemsizliğini ve çaresizliğini unuturak huzur bulurlar. Felaketler ve ölüm vardır! Bunu kabul eden insanın duası, bu felaketlerin ve ölümün onu bulmaması üzerine kurgulanmış çaresizliğin boyutunu ifade eder. İnançları o kadar aklın dışına çıkmıştır ki, bir felaketle karşılaştıklarında ceplerinde KADER dedikleri “ acil durumda camı kırınız” prospektüsünü taşırlar. Oysa tüm bu çırpınış boşunadır! Hayat rastgeledir, mutluluk rastgeledir;  mutsuzluk, şanssızlık ,ölüm rastgeledir. Yürürken farkında olmadan ezerek öldürdüğünüz ya da incittiğiniz karıncalar gibi. Ölüm gelir sizin 13 yaşındaki yavrunuzun, 45 yaşındaki annenizin, 39 yaşındaki kardeşinizin üzerine basar. Bazen hayatı tanımamış olan, şanslı mı şansız mı olduklarını hala derinlemesine düşündüğüm bir kaç aylık bebelere....Gökdelenler dikseniz, dünyanın bir ucuyla anında iletişim kurabilseniz, elektriği atomu keşfedip, kıçınızı el değmeden otomatik olarak yıkayan tuvaletler icat etseniz de, siz dünyanın hala en aciz yaratığısınızdır. İnsanın yamyamlığı, yok ediciliği, kavgacılığı, huzursuzluğu bundandır! Tüm bu karmaşa ve güç gösterisi, insanın, doğa ve onun kurallarının karşısında durabilirliğine  ona hükmedebilirliğine inanması için, yine kendi tarafından icat edilen nafile kaçış yollarıdır.Tüm bu yokediş ve yıkıma bir aklayıcı lazımdır. İNANÇ!
Oysa insan, parkta otururken yolduğu otlardan, zevki için kopardığı çiçeklerden, otopark yapmak için kestiği ağaçlardan ve ezdiği yüzlerce böcekten bir farkı olmadığını kavramak zorundadır. Doğaya boyun eğmek, her an başına neler gelebileceğiyle yüzleşmek, ölümü kabullenmek ve doğal bir sonuç olan -kendiyle tanışmak- sürecini başlatacaktır.
      Yaşamın ya da ölümün bir düzeni- bir sistemi yoktur. Ki bu yüzden bazen bebeler ölü doğar; dehalar asalaklardan kısa yaşar; gencecik ve ışıltılı insanlar yaşamdan koparken tüm kötülükleri var edenler- onu bir sistem sayanlar ve önünde secdeye duranlar uzun bir yaşamla ödüllendirilir.  Bu rastlantısallıkla çarpışmak insanın aklını başına almadan başedebileceği bir durum değildir. Bu yüzden o, bir güce, bir yaratana, bir kadere, onu koruyup kollayan bir ritüele, bir kudrete ihtiyaç duyar. Yakınlarını kaybeden insanların acı içindeki söylemlerine bakın: sevdiklerinin başka bir boyutta olduğunu, başka yaşamlara geçtiğini, cennet diye tanımlanan o dinginliğe kavuştuklarını ve artık emniyette olduklarını düşünürler. Ancak acıları devam eder. Ki ne tuhaftır; her şey bu kadar mutsuzluğa bulaşmışken, dünya bu kadar ıstırapla doluyken, ruhlar bu lanetlenmiş hayalkırıklığı cehenneminde kavrulurken,  dinginliğe kavuşan bu yakınlarına üzülmek ne demektir? Çünkü insan ikiyüzlü ve korkaktır! Yaşamında yüzleşemediği gerçeklerin yerine koyduğu doğrular ve yanlışların, yani öğretilerin peşinde sürüklenendir. Tüm bu inanışlar- tanımlar, yaşamdaki korkunun dinamiğinden feyz alarak ölümü  şekillendirir-hafifletir. Oysa asıl mesele  "doğru nedir"i  değil, "gerçek nedir" i sormaktır!  Yaşarken yüzleşemediği bu korkutucu sorunun, en çok kaçındığı, en korktuğu ÖLÜM'de bir cevap araması ve bulması cüretkar bir davranıştır.  Karanlık bir kuyudur o acı.....İnsanın etleri çürür kopar vücudundan.....Çaresizliğin en derine vurup- bir türlü tırmanıp da cevap bulamadığı tek sorusudur  yaşamının. Kimdir gerçeği söyleyen: yüreklerimizi ferahlatan, yaşama geri dönüşümüzü kolaylaştıran, bizi o ölümün soğuk ağırlığından uzaklaştıran, çaresizliğimizi hafifleten safsataları  değil; canımızı acıtan ve hayatı olduğu gibiliğiyle kucaklamak gerekliliği gerçeğini kim söylemiştir? Cennet ‘e gidenler mi, aramızda gezinen ruhlar mı, ikincil hayatın bile maddeciliğinde ne olur ne olmazcılığına düşmüş eşyalarıyla gömülen soylular ve tanrıların çocukları mı, gözlerine konan iki madeni parayla uğurlananlar mı, yakılıp doğaya karışanlar mı, karma mı, tanrı mı, dinler mi; felsefe ya da bilim mi? Her biri  inananlarını ferahlattıkları ölçüde  doğrudur; itirazım yok, ancak gerçekler?..........İkinci hayata inanlar hiç mi bir sivrisinek öldürmediler; ya anneleriyse....Tanrı neden bu kadar kötülük saçan insan varken ışık ve iyilik saçan gencecik insanları, dehaları çekip alıyor hayattan? Yeniden başka bedende doğuş var ise, ben, ben olduğumu bilmezken ben miyimdir o yeni bedenimdeki ben? Sevdiklerimi tanımıyor, beni sevenler tarafından tanınmıyor isem hangi zavallı bir ümit ediş haklı çıkarır inancımı? ”Tanrı sevdiği kullarını yanına erken alır “diyenler,  siz uzun yaşayışınızla inandığınız tanrının sevmediği, onaylamadığı kulları olduğunuza bir destek atmış olmuyor musunuz? Bunun için mi dua ediyorsunuz;  tanrı yaşamınızı kısa tutsun ve çoluğunuz çocuğunuzla sizi genç yaşta yanına alsın? Yaşamak ve hayatta kalmak değil midir duaların amacı ve teması? Tüm canlıları ayırmaksızın sevmek, onları yok etmemek, doğayı kucaklamak, böcekleri öldürmemek, siz daha çok beton yapı dikin diye kedileri köpekleri barınaklara tıkıştırmamak,  her türlü günahınız bağışlansın diye hayvan boğazlamak yerine günah işlememek, muhtaç olanlara yardım etmek, insanları incitmemek, gerçekten ama gerçekten sevebilmek sade ve iyi bir insan olmak bu kadar kolay ve dinginlik getirecek bir şey olmasına karşın, bu kadar pisliği, kötülüğü, yıkımı yaratıp, sonrada kendi çöplüğünüzde kimliksizleşerek, bönleşerek, birey  olamadan gitmek ve bundan şikayet etmek niye? Sen her türlü kötülüğü keşfeden ve yaşatan insan, korkmalısın tabi ölümden! Çünkü bu kirlenmişliğin yegane tanrısı ölümdür. Adaletin var olduğu yegane şey, herkesin- ama herkesin bir gün ölecek olmasıdır!
      İnsan anlamak yerine, kendine yapıştırılan tanımlara ne kadar boyun eğerse, varlığını ne kadar önemser ve yüceltirse, acıları ve mutsuzluğu da varlığıyla birlikte o kadar büyür. Derim ki, kendini hiçle! Götür bırak kendini kimsenin olmamış bir ormanın içine! Tüm tanıklarını, sahip olduklarını, adını çağıracakları, elinden tutacakları, mutluluğunu-mutsuzluğunu......Eğer orada tüm bunlarsız, tüm bunlarla olduğun gibi kendini tanıyor ve tanımlıyabiliyor isen, gerçekten yaşıyorsun ve yaşadığına tanık oluyorsun demektir .Eğer tüm bunlarsız seninle gelen "sen",  sana sarılamıyor, yabancılık çekiyor,  bu tanımsızlık seni dehşete düşürüyor ise tüm ömrün ölmekten ve ölümden sonraki bilinmezlikten korkarak içi boş bir yamyamlıkla geçiyor demektir. Ne kadar çalışırsan -o kadar yaşamayacaksın; ne kadar başarırsan- o kadar sağlıklı olmayacaksın; ne kadar tanınırsan -ölümü- yalnız başına karşılama olasılığın azalmayacak; ne kadar kazanırsan yaşamına ekleyeceğin günler çoğalmayacak. SENİN DOĞUŞUNUN ÖNCESİDİR ÖLÜM! Geriye kalan, bir insanın "insan gibi yaşadım" demek için yapması gerekenlerdir . Ki ne kadar olduğu değil, nasıl yaşandığıdır aslolan!
      Bir sevgiyi; gerçekten gerçek bir sevgiyi kaybettiğinizde ve ölüm burnunuzun dibine girdiğinde o sevgiyi büyütmek için çırpınmak yürekliliğidir yaşamak! ONU-o canının parçası olan şeyi, seni bir başına başa çıkılmaz bir terkedilişe mahkum etmesine rağmen, onu sevmek, daha da sevmek, daha da sevebilmektir yaşamak! o öpmeye, koklamaya doyamadığın bedenin etlerinin çürüyüp düşmesine tanık olurken, "karanlıklardan daha karanlık varmışlığın" dehşetiyle gözlerin tavana dikiliyken, bir nefesi kendin için alıp, o nefesi onun için vermek demektir yaşamak! Yaşam, yaşayanlara yalandolan bir edayla kırıtsa da , ölümü çırılçıplak bir samimiyetle kabulllenmektir yaşamak!

     Kiminiz bu yazdıklarımı kıçından anlayacak, kiminiz baştan okuyacak, kiminiz altına imza koyacak....Her kimseniz şudur yazılanların özeti:
TÜM BU KARGAŞA, BU YOKEDİŞ, BU YIKIM VE MUTSUZLUK;
İNSANIN AKLININ ARDINDA DURMAKSIZIN KENDİNİ HATIRLATAN ÖLÜMÜN UNUTULMASI ADINA KENDİNİ OYALADIĞI VE YAŞAMAK DİYE ADLANDIRDIĞI ÇARESİZLİĞİN OYUNCAKLARIDIR!


(DAVRAN VE DAVRAN KADAR SEVİLENLER İÇİN....)

1 yorum:

  1. Üstad, yazınızı okuduktan sonra aynaya gidip kendime baktım, kimim ben, geldiğim bu yaşa kadar kendimle tanıştım mı, barıştım mı, sevdim mi kendimi, hiç göz göze geldim mi, hiç dokundum mu yanağıma, hiç cümle içinde kullandım mı kendimi, hiç tanımladım mı olduğum, olduğumu sandığım kişiyi velhasılı sarstınız beni, kaleminize, yüreğinize sağlık. Devran’ı çok sevdim, çok çok sevdim, sizin yüreğinizle...

    YanıtlaSil