Derrida’nın felsefesinde birbiriyle yakın bağı olan üç kavramdan söz edeceğiz: Sözmerkezlilik (logocentrisme), ses merkezlilik (phonocentrisme) ve Türkçeye çevrilemeyen Dıfferance . Derrida’ya göre sözmerkezlilik dil ile gerçeklik arasındaki bağıntıyı yanlış kuran bir düşün sisteminden kaynaklanır. Yani bir göstergenin, dilin dışında ve dilden önce var olan bir nesnenin ya da kavramın göstergesi olduğu inancından.
( Alıntı/ Yapısalcılık Ötesi/Berna Moran)
Derrida ile ilgili ne zaman bir şey yazsam, Lacan ile ilgili Zizek’ten alıntı yaptığım gibi, Moran’ın makalesini yapıştırıveriyorum. Kavramın, argüman ya da teorinin Derrida’nın zihninden, ya da Lacan’ın düşüncesinden arta kalanına- ağzından çıkmışlığına dahi dahil olamayan standart insan için, daha anlaşılabilir bir dil oluşturabildiklerinden ve şifreleri nesnel bir bakış açısıyla çözdüklerinden emin olduğumdan... Ben onlardan biraz daha da alçalacağım: Bir rengin tanımlanmış olan “o renk” olduğunu nasıl anlayabiliriz? Ya da bunun tanımlanan o renk olmadığına dair şüphe duymaya nasıl başlarız? Eğer böyle bir endişe yaşamıyor, birey olarak şüphe duymuyor isek anamızın kırmızı dediği ile yaşamakla yükümlüyüzdür, gayet açık. Anamızın kırmızısına inanıyorsak tanrıya da inanıyoruzdur ve dna’larımızın bir farkı olmasına da gerek yoktur. Ve eğer tüm bunlar öyle olsa idi bilim, sanat ve felsefeye neden ihtiyaç duyalımdır.
Film; insan davranışının daima bir tanım, bir öğreti, bir anlam üzerine kurulduğunu, ümit etmenin doğmuş olmaya çare arayan uydurma bir kavram olduğunu, hissetmeye ve bilmek arzusuna kafayı takmış adamın bunu tanımlayamadığı noktada karmaşık senaryolar kurma ihtiyacı duyduğunu, tüm meselenin bireydeki edinilenler gereği ( Lacan /Simgesel) her tanım ya da tanımsızlığın izdüşümü olduğunu, aslında insanın yaşamak senaryosunda bir yaşayandan çok bir oyuncu olmak zorundalığını vurgalayan bir manifestodur.
İnsan, hangi şartta olursa olsun yaşadığı hayata sıkıştırılmış bir müsveddedir. Olduğu değil, olmak istediği şeydir. Bu sebeple deliler, seri katiller ve bebekler dışında hiç bir insan, gerçeğe asla dokunamaz. Bazılarımız kendi müsveddemiz olmaya ve bunun için acı çekmeye meyilliyizdir. Paris’te de yaşasan, Paris’e gitmek için de yaşasan, umut dediğin şey hep oltanın ucundaki yemdir. Oltanın ve yemin varlığı senin varolmak zorundalığın kadar önemlidir. Olta ve yem seni tanımlamak adına önemli olduğu sürece de sen önemli değilsindir. Önemsenmek, önemli olmak ve ikisini de önemsemeden yaşamak, yol ayrımındadır artık. Birinden birini seçmiş isen, artık olta ve yemin senden bağımsız varlığı ve anlamını göremiyorsundur. Bu yüzden artık sen, senin tarafından tanımlanan tanımlar tarafından tanımlanıyor ve sen dediğin şey artık gerçeğe dair bir şey hissetmiyordur. Yeteneklerine rağmen, biyolojik ve psikolojik açıdan geç evrilen insanın, “gerçeklik” diye tanımladığı rüyanın kıçına takılması, gerçeğe dokunmak yolculuğundan kaçmak adına elzemdir. Yani gerçekte doğduğu an ölen bir şeyin ağıtı için allegro akorlar yazmaktır ümit etmek. Bu sebeple yaşamın ölüme karşı panzehiridir. Ya da tam tersi. Bunun yanında, gerçeğe ölmeden asla ulaşamayacağını anlamış, öldüğünde ise gerçeği anlayacak bir dinamiğin ortada kalmayacağı ile ilgili bir nihayete ulaşmış insan ise, derin bir can sıkıntısı içinde en azından koşmayı bırakmış olandır. Bu insanları deli, sorunlu, uyumsuz, tembel olarak tanımlamayı tercih ederiz. İnsanın mutsuzluğu; egosu şiştikçe kronikleşmiş, kendine has bir sözlük edinmiş en büyük demagogtur. Tanrıyı yaratanlar insanın tam da bu zaafından faydalanmışlardır. Hülasa, insanın mutlu olmak ya da huzur bulmak adına taptığı tanrı, gerçekte insanın insanı röntgenleyerek edindiği gölgenin de gölgesidir. Oysa mutluluk ya doğmuş olmamakta ya da hiç bir şey bilmemekte saklıdır. Hah, diyalektiğe girelim: Bir şey bilmemek ya öğrenemiyor olma handikapından ya da çok şey öğrenmekle edinilir. Bir şuurdan söz ediyor isek, mutluluk için can sıkıntısına katlanmayı becermek ve intihar etmemeyi başarmak gerekir. Zor iştir. Bu noktada atlanmaması gereken şey, yaşamak için bir neden bulamazken tam da aynı sebebin seni rastgele bir yaşamaya ikna etmesidir.
Filmi izleyenlerle
birlikte, filmi izlemeyenler ve sadece bu yazıyı okuyup filmi izlemek
isteyenlerin ihtimali üzerine yazıyorum: Metro sahnesi filmin altyazısıdır.
Ancak film, “görecem ulan” diyenler için, bu deklare edilmiş sahnenin sanatsal
versiyonlarıyla doludur. Bir insanın davranışı, davranışı karşılayışı ve bir
insanın davranışıyla empati kuruşu; bir
insanın insanın davranışı karşılayışıyla empati kuruşu birbirine bağlı, ancak bambaşka dinamiklerdir. Bunun farklılıklarına rağmen aynılığını ilk anan ve coğrafyan dikte eder. Ve sen ona
ortak iyilik adına kırmızı dersin. Bilmezsin ki, Romanya’da
senin kırmızı diye gördüğün bordodur,
pembedir... Böylece ortaya ya öğrendiğin kırmızıyı inkar etmek ya da öğrendiğin
kırmızı için kavga etmek gibi koşullar çıkar. Biri diğerini, diğeri ise seni
var eder. Bütün bunların dışında bir kırmızı vardır, hatta tüm yokluğuyla orda
dikiliyordur. Bu sıralarda seni doğurmuş olan ve kıçını temizlemekten midenin
bulandığı anan, bir Gürcü’nün “500 dolara evlat gibi hissedilir ve davranılır” çaresizliğinde tımar ediliyordur. Ben burdan,
Gürcü’ye mi, anana mı, sana mı üzülmem gerektiğini bilmiyorumdur. Bir Romen,
aynı sebepten, aynı dili konuşmadığınız
için bir elmayı göstererek senle kırmızı üzerine iletişim kurmaya çalışıyordur ve ortada hem aynı şeyleri
güdüsel olarak hisseden, hem de tanımları el yordamıyla bulduğu için
güvensizlikten hayatta kaldığına ikna edilmiş aynı türün iki maymununun
gösterisi vardır. Bu maymunlardan elmayı
gösterene fakir, cahil, kırmızıdan bahsedene adam deniyordur. Farklı
dnalara sahip insanlardan sınırlar, kümeler, topluluklar, toplumlar dolayısı
ile kavramlar, sistemler oluşturmak ne de kolaymış, gördün mü?... Bir kedi
olamazsın artık. Bir kedi olamayacağın ve kendi bileklerini de kesemeyeceğin
için kendine benzer insanlarla bir araya gelir, kendine benzer çocuklar
yetiştirirsin. Hepsi ortak iyilik adı altında kaybolup gitmen içindir; farkedemez, farkettirmemek için de kan dökersin. Sonra olduğun değil, olmak istediğin hikayeler, filmler,
diziler, kahramanlar, liderler yaratırsın. Maksat kendi gerçeğinden ve yaşamının hiçliğinden kaçmaktır.
Filmin diğer sekanslarına dalıp
çıkarak toparlayalım: Duyarlı ve gelişmiş olarak tanımlananın, bir oyuncu
olarak “seni seviyorum demek bu kadar zor mu” ile tacize uğraması ne de hoştur!
Hayatın boyunca bu cümlenin adamı olmayı isteyip, bir türlü diyemeyip, diyip de
keşke demeseydimle didişip, aynı denkleme kiran ödendiği sürece isterik bir
kahkaha ile rıza göstermeye meyilli bir hastalıklı yaratığın çözümlemesindeydik
özetle. Gülmenin, ağlamayı geçiştirmenin bir refleksi olduğunu
inkar ettiğin bir mutluluğa nasıl reçete yazılır ki? Belki de bugüne kadar oynadığın şeye“oyna”
denilmesinin sende yarattığı rahatsızlıktır gülmek...
Yalnızca kendine sobelenmektir
belki utanç dediğin şey!
Bir çocuğun terastan düşme ihtimaline gösterilen şiddetli tepki, insana
ait duygular arasında (aşk gibi ) en taçlandırılarak onaylanmasına rağmen, alışkanlıkları tehdit ettiği noktada ne de tiksinti vericidir. Çocuğun terastan düşerse
başka bir rolü, düşme ihtimalini hatırlatırsa başka bir rolü çoktan
ezberlemişsindir. Endişe duyman bu yüzdendir. Böyle bir durumda annenin kendini adadığı şey olarak
tanımladığı ve aslında kendini yücelttiği varlığın kaybı ihtimali üzerine
verdiği tepki, sevginin var etmek mi
yoksa varolmak mı üzerine sorgulanması gereken bir kavram olduğunun
deklarasyonudur.
Ölmediğimiz sürece
herşeyin bir illüzyondan ibaretliği, o illüzyona kimimizin nihilizm, kimimizin
tanrı, kimimizin aşk dediği ya da susmayı tercih ettiği bir yaşamın varlığını kabul etmek demek, acı
çekmenin de sonu demektir. Bunun için ölmeyi beklemek ve ilkinde beceriksizliği tescillenmiş olan adamın ikinci şansı
bekliyor olması komedidir. Önemli olmak ve varolmak için hissetmekten vazgeçen,
korkularına kahramanlar, ebeveynler, koşullar, kurallar, sevgiler, mücadeleler, bahaneler yaratan
insanın dramını yazmak da yine biz insanlara düşmektedir. Komedi zaten insanın trajedisine denir, denmelidir. Biz yalnızca kendimize, daha çok da bize benzemeye
çalışıp beceremeyen yaratıklara gülen
yaratıklarızdır; humor anlayışımız budur. Kendi yarattığımız bir masalın içinde sızlanmaktır işimiz. Ve yaşamak dediğimiz
şey, gerçekte oynamayı becer edemediğimiz bir rolü, sırf alkışlanmak adına herhangi bir sahnede oynamak
için birbirimizin ağzını burnuna kırmaktan gayrı bir şey değildir.
Metro: Ortada
saldıran, saldırılan, gözleyen,
korkan ve bir çok hisseden
vardır. Gösteren, gösterilen ve göstergenin dansı başlar. Eğer bu bir film değil belgesel olsa idi, her
kişi ve duygudurum için kamera her sekansı ayrı açıdan çekerdi. Haneke, sıkılmayalım,
insanız, hay allah, çüş, pfff, demiyelim diye bunu filme yaymış. Ve postmodernizmin modernizm tarafından
dövüldüğü, ancak bir kazananın olmadığı bu müthiş sahneyi yakalamayı başarmış. Bir insan
hiç görmediği ve inanmadığı bir tanrıyı ancak bu kadar güzel tasvir edebilir!
Bana göre sinema tarihinin en romantik, en realist, en edebi, en modern, en
ilkel ,en boktan, en mükemmel, en şiddetli
sahnelerinden biri bu sahne: Kadın arkada oturur. ( ya da oturan bir
kadındır, nasıl okursanız) Toplumun içinde yaşanmasına karşın toplumun
vicdanından ne kadar uzaktalığın masalı başlar. Kadın arka sırada otururken biri
tarafından tacize uğrar. ( bir erkek tarafından tacize uğrar, nasıl okursanız) Toplum
denen şeyin içinin kofluğu, burnuna kadar girmeyen bir kokunun, gözüne
sokulmayan bir trajedinin, başına gelmeyen bir felaketin, özetle başkalarının,
sadece kendi başına gelebilirlikle edindiği bir ahlaki sorgulamadır
izlediğimiz. Güdüsel olarak görmemek, bilmemek, eylememek komutları devreye
girmiştir. Ancak “ahlak” bize tersini öğretir. Kadının (bireyin) yalnız
hissettiği an ve yer de tam burasıdır.
Güdüsel olarak toplumun göz önünde değilliğin endişesi ve bu ikiyüzlülüğün farkındalığıyla yaşadığı
tacizi yok saymaktadır. Tacizde bulunanın kadının yanına oturuşu ve kadına,
tanık olunması gereken obje dışında bir seçenek bırakmaması ile, ki biz buna
onur, kibir diyoruz, bu denklem de kırılır. Güdü yenilmiş, öğrenilen/ hoşa gitmese dahi
kabul gören devreye girmiştir. Kadın ön
sıraya, topluluğun içine kaçana kadar
biz rastgele bir duruma bakmaktayızdır ve hala objektifizdir. Bu baktığımız
tablonun adı “gerçek”tir: İçinde, biz olmadığımız sürece tasavvur edebileceğimiz,
yorumlayabileceğimiz ve asla olduğu gibiliğiyle karşılaşamayacağımız tek şey...
Ön sıraya oturmuş kadın artık kendi kaderini toplumun-diğerlerinin eline
bırakmıştır. Diğerlerini oluşturan da kendisidir. Kendi acısı, sorusu, cevabı,
huzuru, mutluluğu, sorunu, öfkesiyle başedemeyenlerin oluşturduğu bir plastik
saadet zinciri...
Taciz devam eder,
tacize uğrayan tacizciyle başedebilmek yerine topluluğa yanaştığından, aslında, o topluluğun parçası olmayan bir tacizciye yine o topluluğun parçası
olmayan( film içinde fransız olmayan) biri diklenir. Gözlüğünü kadına verir ve
ayağa kalkar. Tacizcinin taciz edildiği nokta şimdiki zamanı geniş zamanı
taşır. Burda söylem, gücü elinde
bulunduran “şimdi”den, şartların
değiştiği nokta olan “gelecek zamana” geçmiştir. Kavramlar böyle oluşur.
Dışardaki “gaze-regard” (bknz. Lacan) için, hala bir şey olmuyordur. Ama
insanlar için çok şey oluyordur. Tacizci metrodan iner. Adam yerine oturur ve
kadın ağlamaya başlar. Adama gözlüğünü verir ve teşekkür eder. Bu, toplum
ahlakının ince eleştirisidir. Gözönünde olmayana yönelik ezber, göz önünde olan
ve başa geleni bu sebeple tiksindirir.
Bir noktada Tanrı dediğimiz
şey dahi, bunu görüp de müdahale edemezken, gerçekliğin bu kalabalığı ve
plastikliğine gerçeğe dokunmak adına tüküren
insanlara selam çakmış Haneke bilgiye ulaşıp,
edindiğimizin kapasitemiz ve çabamız kadar olanına ikna olmak yerine en
doğrunun bizim bildiğimiz kadar olduğuna
inanıyoruz ya, tanık olmadığımız sürece düşen her ağaç gibi bu yazdığım da, okuyanına ulaşmazsa
Nihat Doğan’ın Albert Camus ile muhabbet etmesine benzer. O yüzden bu filmi yapan kadar, anlayan da
önemlidir. Hadi iyi izlemeler!