Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

8 Kasım 2014 Cumartesi

CODE INCONNU/ M. HANEKE







Derrida’nın felsefesinde birbiriyle yakın bağı olan üç kavramdan söz edeceğiz: Sözmerkezlilik (logocentrisme), ses merkezlilik (phonocentrisme) ve Türkçeye çevrilemeyen Dıfferance . Derrida’ya göre sözmerkezlilik dil ile gerçeklik arasındaki bağıntıyı yanlış kuran bir düşün sisteminden kaynaklanır. Yani bir göstergenin, dilin dışında ve dilden önce var olan bir nesnenin ya da kavramın göstergesi olduğu inancından.
( Alıntı/ Yapısalcılık Ötesi/Berna Moran)

   Derrida ile ilgili ne zaman bir şey yazsam, Lacan ile ilgili Zizek’ten alıntı yaptığım gibi, Moran’ın makalesini yapıştırıveriyorum. Kavramın, argüman ya da teorinin Derrida’nın zihninden, ya da Lacan’ın düşüncesinden arta kalanına- ağzından çıkmışlığına dahi dahil olamayan standart insan için, daha anlaşılabilir bir dil oluşturabildiklerinden ve şifreleri nesnel bir bakış açısıyla çözdüklerinden  emin olduğumdan... Ben onlardan biraz  daha da alçalacağım: Bir rengin tanımlanmış olan “o renk” olduğunu nasıl anlayabiliriz? Ya da  bunun tanımlanan o renk olmadığına dair  şüphe duymaya nasıl başlarız? Eğer böyle bir endişe yaşamıyor, birey olarak şüphe duymuyor isek anamızın kırmızı dediği  ile yaşamakla yükümlüyüzdür, gayet açık. Anamızın kırmızısına inanıyorsak tanrıya da inanıyoruzdur ve dna’larımızın bir farkı olmasına da gerek yoktur. Ve eğer tüm bunlar öyle olsa idi bilim, sanat ve felsefeye neden ihtiyaç duyalımdır.

    Film; insan davranışının daima bir tanım, bir öğreti, bir anlam üzerine kurulduğunu,  ümit etmenin doğmuş olmaya çare arayan  uydurma bir kavram olduğunu, hissetmeye ve bilmek arzusuna kafayı takmış adamın bunu tanımlayamadığı noktada  karmaşık  senaryolar kurma ihtiyacı duyduğunu, tüm meselenin bireydeki edinilenler gereği ( Lacan /Simgesel) her tanım ya da tanımsızlığın izdüşümü olduğunu, aslında insanın yaşamak senaryosunda bir yaşayandan çok bir oyuncu olmak zorundalığını vurgalayan bir manifestodur.
   İnsan, hangi şartta olursa olsun yaşadığı hayata sıkıştırılmış bir müsveddedir. Olduğu değil, olmak istediği şeydir. Bu sebeple deliler, seri katiller ve bebekler dışında  hiç bir insan, gerçeğe asla dokunamaz. Bazılarımız kendi müsveddemiz olmaya ve bunun için acı çekmeye meyilliyizdir. Paris’te de yaşasan, Paris’e gitmek için de yaşasan, umut  dediğin şey hep oltanın ucundaki yemdir.  Oltanın ve yemin varlığı senin varolmak zorundalığın kadar önemlidir. Olta ve yem seni tanımlamak adına önemli olduğu sürece de sen önemli değilsindir. Önemsenmek, önemli olmak ve ikisini de önemsemeden yaşamak, yol ayrımındadır artık. Birinden birini seçmiş isen, artık olta ve yemin senden bağımsız varlığı ve anlamını göremiyorsundur. Bu yüzden artık sen, senin tarafından tanımlanan tanımlar tarafından tanımlanıyor ve sen dediğin şey artık gerçeğe dair bir şey  hissetmiyordur.  Yeteneklerine rağmen, biyolojik ve psikolojik açıdan  geç evrilen insanın,  “gerçeklik” diye tanımladığı rüyanın kıçına takılması, gerçeğe dokunmak yolculuğundan kaçmak adına elzemdir. Yani gerçekte doğduğu an ölen bir şeyin ağıtı için allegro akorlar yazmaktır ümit etmek. Bu sebeple yaşamın ölüme karşı panzehiridir. Ya da tam tersi. Bunun yanında, gerçeğe ölmeden asla ulaşamayacağını anlamış, öldüğünde ise gerçeği anlayacak bir dinamiğin ortada kalmayacağı ile ilgili bir nihayete ulaşmış insan ise, derin bir can sıkıntısı içinde en azından koşmayı bırakmış olandır. Bu insanları deli, sorunlu, uyumsuz, tembel olarak tanımlamayı tercih ederiz. İnsanın mutsuzluğu; egosu şiştikçe  kronikleşmiş, kendine has bir sözlük edinmiş en büyük demagogtur. Tanrıyı yaratanlar  insanın tam da bu zaafından faydalanmışlardır. Hülasa, insanın mutlu olmak ya da huzur bulmak adına taptığı tanrı, gerçekte  insanın insanı röntgenleyerek edindiği gölgenin de gölgesidir. Oysa mutluluk ya doğmuş olmamakta ya da hiç bir şey bilmemekte saklıdır. Hah, diyalektiğe girelim: Bir şey bilmemek ya öğrenemiyor olma handikapından ya da çok şey öğrenmekle edinilir. Bir şuurdan söz ediyor isek, mutluluk için can sıkıntısına katlanmayı becermek ve intihar etmemeyi başarmak gerekir. Zor iştir. Bu noktada atlanmaması gereken şey,  yaşamak için  bir neden bulamazken tam da aynı sebebin seni rastgele bir yaşamaya ikna etmesidir.
    Filmi izleyenlerle birlikte, filmi izlemeyenler ve sadece bu yazıyı okuyup filmi izlemek isteyenlerin ihtimali üzerine yazıyorum: Metro sahnesi filmin altyazısıdır. Ancak film, “görecem ulan” diyenler için,  bu deklare edilmiş sahnenin sanatsal versiyonlarıyla doludur. Bir insanın davranışı, davranışı karşılayışı ve bir insanın davranışıyla empati kuruşu;  bir insanın insanın davranışı karşılayışıyla empati kuruşu birbirine bağlı, ancak  bambaşka  dinamiklerdir. Bunun farklılıklarına rağmen aynılığını ilk  anan ve coğrafyan dikte eder. Ve sen ona ortak iyilik adına kırmızı dersin.  Bilmezsin ki, Romanya’da senin kırmızı diye gördüğün  bordodur, pembedir... Böylece ortaya ya öğrendiğin kırmızıyı inkar etmek ya da öğrendiğin kırmızı için kavga etmek gibi koşullar çıkar. Biri diğerini, diğeri ise seni var eder. Bütün bunların dışında bir kırmızı vardır, hatta tüm yokluğuyla orda dikiliyordur. Bu sıralarda seni doğurmuş olan ve kıçını temizlemekten midenin bulandığı anan, bir Gürcü’nün “500 dolara evlat gibi hissedilir ve davranılır”  çaresizliğinde tımar ediliyordur. Ben burdan, Gürcü’ye mi, anana mı, sana mı üzülmem gerektiğini bilmiyorumdur. Bir Romen, aynı sebepten,  aynı dili konuşmadığınız için bir elmayı göstererek senle kırmızı üzerine iletişim kurmaya  çalışıyordur ve ortada hem aynı şeyleri güdüsel olarak hisseden, hem de tanımları el yordamıyla bulduğu için güvensizlikten hayatta kaldığına ikna edilmiş aynı türün iki maymununun gösterisi  vardır. Bu maymunlardan elmayı gösterene fakir, cahil, kırmızıdan bahsedene adam deniyordur.   Farklı dnalara sahip insanlardan sınırlar, kümeler, topluluklar, toplumlar dolayısı ile kavramlar, sistemler oluşturmak ne de kolaymış, gördün mü?... Bir kedi olamazsın artık. Bir kedi olamayacağın ve kendi bileklerini de kesemeyeceğin için kendine benzer insanlarla bir araya gelir, kendine benzer çocuklar yetiştirirsin. Hepsi ortak iyilik adı altında kaybolup gitmen içindir; farkedemez, farkettirmemek için de kan dökersin. Sonra olduğun değil, olmak istediğin hikayeler, filmler, diziler, kahramanlar, liderler yaratırsın. Maksat kendi gerçeğinden  ve yaşamının hiçliğinden kaçmaktır.
    Filmin diğer sekanslarına dalıp çıkarak toparlayalım: Duyarlı ve gelişmiş olarak tanımlananın, bir oyuncu olarak “seni seviyorum demek bu kadar zor mu” ile tacize uğraması ne de hoştur! Hayatın boyunca bu cümlenin adamı olmayı isteyip, bir türlü diyemeyip, diyip de keşke demeseydimle didişip, aynı denkleme kiran ödendiği sürece isterik bir kahkaha ile rıza göstermeye meyilli bir hastalıklı yaratığın çözümlemesindeydik özetle.  Gülmenin,  ağlamayı geçiştirmenin bir refleksi olduğunu inkar ettiğin bir mutluluğa nasıl  reçete yazılır ki?  Belki de bugüne kadar oynadığın şeye“oyna” denilmesinin sende yarattığı rahatsızlıktır gülmek...
Yalnızca kendine sobelenmektir belki utanç dediğin şey!
Bir çocuğun  terastan düşme ihtimaline gösterilen şiddetli tepki, insana ait duygular arasında (aşk gibi ) en taçlandırılarak onaylanmasına rağmen, alışkanlıkları tehdit ettiği noktada ne de  tiksinti vericidir. Çocuğun terastan düşerse başka bir rolü, düşme ihtimalini hatırlatırsa başka bir rolü çoktan ezberlemişsindir. Endişe duyman bu yüzdendir. Böyle bir durumda annenin kendini adadığı şey olarak tanımladığı ve aslında kendini yücelttiği varlığın kaybı ihtimali üzerine verdiği tepki,  sevginin var etmek mi yoksa varolmak mı üzerine sorgulanması gereken bir kavram olduğunun deklarasyonudur.
    Ölmediğimiz sürece herşeyin bir illüzyondan ibaretliği, o illüzyona kimimizin nihilizm, kimimizin tanrı,  kimimizin aşk  dediği ya da susmayı tercih ettiği  bir yaşamın varlığını kabul etmek demek, acı çekmenin de sonu demektir. Bunun için ölmeyi beklemek  ve ilkinde beceriksizliği tescillenmiş olan adamın ikinci şansı bekliyor olması komedidir. Önemli olmak ve varolmak için hissetmekten vazgeçen, korkularına kahramanlar, ebeveynler, koşullar, kurallar, sevgiler, mücadeleler, bahaneler yaratan insanın dramını yazmak da yine biz insanlara düşmektedir. Komedi  zaten insanın trajedisine denir, denmelidir. Biz yalnızca kendimize, daha çok da  bize benzemeye çalışıp beceremeyen yaratıklara  gülen yaratıklarızdır; humor anlayışımız budur. Kendi yarattığımız bir masalın içinde sızlanmaktır işimiz. Ve yaşamak  dediğimiz şey, gerçekte oynamayı becer edemediğimiz bir rolü, sırf alkışlanmak adına herhangi bir sahnede oynamak için birbirimizin ağzını burnuna kırmaktan gayrı bir şey değildir.

   Metro: Ortada  saldıran, saldırılan, gözleyen,  korkan ve  bir çok hisseden vardır. Gösteren, gösterilen ve göstergenin dansı başlar.  Eğer bu bir film değil belgesel olsa idi, her kişi ve duygudurum için kamera her sekansı ayrı açıdan çekerdi. Haneke, sıkılmayalım, insanız, hay allah, çüş, pfff, demiyelim  diye bunu filme yaymış.  Ve postmodernizmin modernizm tarafından dövüldüğü, ancak bir kazananın olmadığı bu müthiş sahneyi yakalamayı başarmış. Bir insan hiç görmediği ve inanmadığı bir tanrıyı ancak bu kadar güzel tasvir edebilir! Bana göre sinema tarihinin en romantik, en realist, en edebi, en modern, en ilkel ,en boktan, en mükemmel, en şiddetli  sahnelerinden biri bu sahne: Kadın arkada oturur. ( ya da oturan bir kadındır, nasıl okursanız) Toplumun içinde yaşanmasına karşın toplumun vicdanından ne kadar uzaktalığın masalı başlar. Kadın arka sırada otururken biri tarafından tacize uğrar. ( bir erkek tarafından tacize uğrar, nasıl okursanız)  Toplum  denen şeyin içinin kofluğu, burnuna kadar girmeyen bir kokunun, gözüne sokulmayan bir trajedinin, başına gelmeyen bir felaketin, özetle başkalarının, sadece kendi başına gelebilirlikle edindiği bir ahlaki sorgulamadır izlediğimiz. Güdüsel olarak görmemek, bilmemek, eylememek komutları devreye girmiştir. Ancak “ahlak” bize tersini öğretir. Kadının (bireyin) yalnız hissettiği an ve yer de  tam burasıdır. Güdüsel olarak toplumun göz önünde değilliğin endişesi  ve bu ikiyüzlülüğün farkındalığıyla yaşadığı tacizi yok saymaktadır. Tacizde bulunanın kadının yanına oturuşu ve kadına, tanık olunması gereken obje dışında bir seçenek bırakmaması ile, ki biz buna onur, kibir diyoruz, bu denklem de kırılır.  Güdü yenilmiş, öğrenilen/ hoşa gitmese dahi kabul gören devreye girmiştir. Kadın ön sıraya, topluluğun  içine kaçana kadar biz rastgele bir duruma bakmaktayızdır ve hala objektifizdir. Bu baktığımız tablonun adı “gerçek”tir: İçinde, biz olmadığımız sürece tasavvur edebileceğimiz, yorumlayabileceğimiz ve asla olduğu gibiliğiyle karşılaşamayacağımız tek şey... Ön sıraya oturmuş kadın artık kendi kaderini toplumun-diğerlerinin eline bırakmıştır. Diğerlerini oluşturan da kendisidir. Kendi acısı, sorusu, cevabı, huzuru, mutluluğu, sorunu, öfkesiyle başedemeyenlerin oluşturduğu bir plastik saadet zinciri...
  Taciz devam eder, tacize uğrayan tacizciyle başedebilmek yerine topluluğa yanaştığından, aslında,  o topluluğun parçası olmayan bir tacizciye yine o topluluğun parçası olmayan( film içinde fransız olmayan) biri diklenir. Gözlüğünü kadına verir ve ayağa kalkar. Tacizcinin taciz edildiği nokta şimdiki zamanı geniş zamanı taşır. Burda söylem,  gücü elinde bulunduran  “şimdi”den, şartların değiştiği nokta olan “gelecek zamana” geçmiştir. Kavramlar böyle oluşur. Dışardaki “gaze-regard”   (bknz. Lacan) için, hala bir şey olmuyordur. Ama insanlar için çok şey oluyordur. Tacizci metrodan iner. Adam yerine oturur ve kadın ağlamaya başlar. Adama gözlüğünü verir ve teşekkür eder. Bu, toplum ahlakının ince eleştirisidir. Gözönünde olmayana yönelik ezber, göz önünde olan ve başa geleni bu sebeple tiksindirir.
   Bir noktada Tanrı dediğimiz şey dahi, bunu görüp de müdahale edemezken, gerçekliğin bu kalabalığı ve plastikliğine  gerçeğe dokunmak adına tüküren  insanlara selam çakmış Haneke bilgiye ulaşıp, edindiğimizin kapasitemiz ve çabamız kadar olanına ikna olmak yerine en doğrunun  bizim bildiğimiz kadar olduğuna inanıyoruz ya, tanık olmadığımız sürece düşen her  ağaç gibi bu yazdığım da, okuyanına ulaşmazsa Nihat Doğan’ın Albert Camus ile muhabbet etmesine  benzer.  O yüzden bu filmi yapan kadar, anlayan da önemlidir. Hadi iyi izlemeler!
. Hani 2014 yılında saniyede her

Şerif Gören, Ego, Sorumluluk ve Özgürlük üzerine...


Kendi sınırlarını oldukça iyi bilen biriyim. Bu sebeple kendimi zor duruma sokacak işlere girmemeyi tercih ederim. Günün ortalama 8-10 saati bir şeyler okumak ve izlemekle geçer. Enteresandır, bilgiyi hafızamda ham haliyle tutamam. Öğrendiğim her şey işime yararlığı kadarıyla gidip o içimde biriktirdiğim tecrübeye yapışır. O biriken bilgiler kendi aralarında uyum ya da uyumsuzlukla bir dinamik oluştururlar. Bu sebeple düşünme şeklim bi çok konuda ham ve ezberlenmiş bilgiyi tutup an'a getirmek yerine, bir çok konuyu birbirine bağlayan bir bellek taraması oluşturmuşdur. Code Inconnu kimin filmidir dendiğinde düşünmeden cevap veremem. Ama Haneke'nin Code Inconnu'sü hakkında konferans verebilirim. Çünkü Haneke'nin Code Inconnu'sünü bilgi olarak değil, tecrübe olarak edinmişimdir. İşime yaramayan bilgiyi de asla aklımda tutamam. Bu yüzden telefon konuşmalarında ne konuştuğumu, kimle konuştuğumu telefonu kapattıktan 5 dakika sonra unuturum. Bu, özellikle son 5 yıldır yaşantımın en bariz handikaplarından biridir. Bunun yanında, kıvamı gittikçe koyulaşan bir asosyalliğe gömülüyorum. Güncel olanla nerdeyse hiç ama hiç kesişmiyorum. Ön belleğim insan davranışlarını didiklemekten ve bu konuda bilgi edinmekten dolmuş durumda. Beni bir televizyonun önüne oturtun, 5 saat sonra gelip sorun, ilgimi çekmeyen hiç bir bilgiyi öğrenenediğimi göreceksiniz. Mesela hiç bir reklamı dinlemem ben. Beyin uyku moduna geçer. Hiç bir yolu, yönü öğrenemem. Bir mağazaya girelim, çıkınca ne tarafa yürüyeceğimi bilemem. Kendi yazdığım hiç bir şiirin 2 dizesini ezberleyemem. Mutfağa niye gittiğimi 4. de hatırlarım. Bir yıl boyunca tüm belgelere 2012 yerine 2011 diye imza attım. Bana kalırsa tüm dünya yanılıyodu, ama olsun. Öğrencime vereceğim aria'yı 60 saniye kadar tarayarak buluyorum. Bir hafta önce izlediğim bir filmi bir hafta sonra izlediğimde ancak bi kaç sahnesi tanıdık geliyor. Sonlarına doğru filmi yeni izlediğimi anlıyorum. Bir romandan nerdeyse hiç bir şey kalmıyor bana. Bir kaç ay içinde hiç okumamış gibi baştan okuyabilirim kitabı. Bu yüzden yarım bıraktığım romanlar kabustur benim için, daima baştan başlarım. Çocukluğuma yönelik çok az şey hatırlıyorum. Kendilerini hatırlatan okul arkadaşlarımı çok geç anımsıyorum. Özetle kısıtlı bir çevrenin içinde sadece ilgimi çeken konuları sündürmekle, bu konuları didiklemekle geçiyor ömrüm. Geçen yıl demanstan korktuğum için tomografi çektirdim, o derece. Bunu ilginçlik olsun diye söylemiyorum, gerçekten ilgi çekici bir unutkanlık benimki. Neyse, bu gün çok ama çok yardım etmek istediğim bir arkadaşımın bilgi yarışmasındaki jokeriydim. Soru Yılanların Öcü ve Yol filminin yönetmeniydi. Yani Şerif Gören. Telefon çaldığında ben zaten Mars'a doğru yolculuğa başladığımdan,hafızam ve onu kullanış şeklimin handikaplarını bildiğimden yarı ölmüştüm. Yol deyince Yılmaz Güney geldi aklıma. İnanmazsınız bu yarışmanın Güney sorusu sorduğu için hangi kanalda olduğunu bile sorguladım arada. Sonra Yılanların Öcü ve Fakir Baykurt geldi. Yılmaz Güney'le uyuşmayan bir bilgiydi bu. Atıf Yılmaz, Ertem Eğilmez, Yavuz Turgul filmlerini taradım seçenekleri tekrar ettirirken. Yani bilgiye diğer üç yönetmenin filmlerinden ulaşmaya çalışıyorum, kafanın işleyiş şekline şapka çıkarın lütfen. Ve dıttt dıttt dıttt. Bu durumumu arkadaşıma baştan da söylemiş idim. Bu konuda hafızası dehşet iki arkadaşımı da önermiş idim. Ama canım arkadaşım benimle yürümek istedi bu yolu. Bunu düşündükçe daha da kahroluyorum. İlk aklına geleni niye büyük bi özgüvenle söylemedin diyorum. Bütün gün üzüntüden yataktan çıkamadım. Bunu egom hasar aldığı için yazmıyorum, arkadaşım için önemli olan o bilgiye ulaşamadığımdan kahrolduğumu bilmeniz için yazıyorum. Sonuçta, neden bir türlü "insana" benzeyemediğimi yatakta sorgulamakla geçti bütün günüm. Saat sabahın altısı, oturmuş bunu yazıyorum. Bunu niye yazıyorum biliyor musunuz:
Çünkü tüm insan ilişkilerinde de böyleyim ben. Gerçekten önemli olduğuna inanmadığım hiç bir hikayeyi dinlemiyorum. Karşımdaki kişi ısrarla anlatmaya devam ederse, o önemsiz olan şeyi onun için önemli olan ana temaya çekiyorum. Hayvanlar dışında hiç bir sorumluluğun altına girmek istemiyorum. Çok sevilmek bile bu sorumluluklardan biri. Sahneden fişimin çekilmesini istiyorum. Yapamam diyorum açıkça; yapabilirim ihtimaline sırtımı dayamak ve inanmadığım bir şeyin peşinde sürüklenmek istemiyorum. Hayat tembeliyim ben. Yaşamanın pratiğinden ziyade teorisiyle ilgileniyorum. Ders almak isteyenler, hikayelerini anlatmak derdindekiler, görülmek, sevilmek, bilinmek isteyen her şeye karşı tembelim ben. İç güdülerimle yaşıyorum. Toplumun ayıp dediğini de, takdir ettiğini de algılayamıyorum. Kafam bu bilgilere filtre takmış sanki, ancak çok küçücük, çok ince, çok farkedilmez olanlar süzülüyor ve tepişiyor içerde. Bu saatte Mozart'ın müziğinin üzerine edilen her lafı bıdıbıdı olarak algılıyorum. Kaldı ki Türkiye'deki Sanat Kurumları... Türkiye'nin durumu ne olacak yerine Code Inconnu'yu, Turin Horse'u daha da didikleyerek geçecek belli ki ömrüm. Hülasa; süregiden ve belli alışkanlıklarınız dahilinde yaşadığınız bir hayatınız varsa, ben sizin yerinizde olsam benimle görüşmezdim. Gelişmek adına ezberlenmiş olanı daima dışarda bırakıp, ilkelliğe depar attığımdan. Bütün gün bunu sorgulayınca yıllardır merak ettiğim bir konuya yol açıldı: Bunca okuyan, yazan, çizen adamın bu kadar bilgiye rağmen hayatını nasıl boktan yaşayabilirliğini nihayet kavradım. Benim gibi insanlar bilgiyi yürüdükleri yolu aydınlatan ateşböcekleri gibi görüyor. Geçerken onları selamlayıp, yürümeye devam ediyorsun. Diğerleri ise ateşböceklerini ceplerine dolduruyor. İlerlemek eylemi ağırlaşıyor dolayısıyle.
Gelecek sefere Şerif Gören diyince muhtemel Yılanların Öcü yerine bunu anlatıcam.

3 Kasım 2014 Pazartesi

aşk üstüne 2



Aşkın insan ruhu için ne denli büyük bir besin kaynağı olduğu açıktır. O noktada  yaratıcılığı ve bakış açısı genişler insanın. Güzelleşilir,  değer verdiği ayrıntılar değişir. Tek bir insan yaşamın odağı haline gelir. Bir  açıdan bağnazdır, yıkıcıdır, tahrip gücü yüksektir,  bir açıdan tanrı inancı gibidir. Yamyamdır; fedakarlık adı altında egosantrik taklalar atar. Bir açıdan iki yüzlüdür. Sevmek adı altında sevgi dilenir ve çoğunlukla  sevmeyi  ihmal eder. Buna karşın insanlık tarihi boyunca ruhun en büyük hükümdarı  olduğu açıktır. Öyle ki sadece aşıkları izlemek,  gözetlemek dahi edebiyatın, resmin, müziğin, tarihin şeklini oluşturmuştur. Bir çok düşünüre göre aşk, tamamen güdüsel bir kavramdır. Üremek için  av olmaya ve avlanmaya rıza göstermek durumudur. Ancak insan ruhunun kendini doğanın en üstüne yerleştirmesi, kendi  türünü  hayvanlardan ayrıştırması, ilkel olana duyduğu tiksinti ile birlikte aşkın, üremek güdüsünden yüce ve hayranlık uyandıran bir konuma taşınması, sadece tohum bırakmak ve tohumu taşımak sadeliğinin estetik olarak benimsenemiyor olması, bununla da kalmayıp üremek güdüsü ile tamamen ayrıştırılması, her toplumda her çağda aşkı değer olarak yükseltmiş ve yüceltmiştir. Schopenhauer’in aşk üzerine düşünceleri bir çok insanı rahatsız edecek kadar agresif bir ilkelliktedir. Oysa  düşünürün dile getirdikleri bilimsel açıdan son derece akla yatkındır. Buna karşın çoğunlukça kabul görmez ve onaylanmaz. Yükselen kadın- erkek eşitliğinin yanında da  çağ dışı bulunur ve hakir görülür. Erkeğin topluluk içinden seçtiği kadın, tamamen kendisinde eksik olan zeka ve güzelliği tamamlamak adına seçilendir. İrade, güç  ve karakter  çocuğa erkeğin genlerinden geçecektir. Yine aynı tanımla, kadın erkeğini güzellikten çok, bu kriterler üzerinden seçer. Seks arzusu doğmamış olanın doğmak arzusundan başka bir şey değildir. Ve yine doğmamış olan, doğasını yüksek  kriterlerde belirlemek üzere karşılıklı eksiklikleri tamamlamak üzerine ebeveynlerini  buluşturur. Pek tabii, insanın gelişimiyle birlikte bu duygu tamamen şekil değiştirmiş, daha ruhani, daha estetik tanımlarla taçlandırılmıştır. Bu sebeple erkeklerin bir çoğu hayatını birleştirmek istemediği kadınlarla seks yaptıklarında ertesi gün pişmanlık duyar. Hissettiği duygu ortaya konmamış ancak konma ihtimalini taşıyan  çocuğundan duyduğu hoşnutsuzluktur. Ve ilişkiye girdiği kadın zeka ve güzellik olarak erkek tarafından onay görmemekte, küçümsenmektedir. Tiksinti duyduğu şey, olası bir çocuğun ideal olandan uzak oluşudur. Bu yüzden adet görmekten kesilen ve henüz  adet görmemiş olan kadına karşı duyulan cinsel arzu neredeyse eşittir. Burada bahsettiğim şey Schopenhauer’in de dile getirdiği üzere tutkulu olandır, aşktır. Mantık dahilinde yürüyen ilişkiler doğaya meydan okurcasına biçim değiştirmiştir. Bu noktada tek eşliliğin de ne denli plastik bir diretme olduğu ile yüzleşmek lazım gelir. Erkek tohumunu, daima daha zeki, daha güzel, daha genç ve daha sağlıklı olana bırakmak güdüsünden vazgeçemez. Yine kadın da, tohumunu taşımak istediği adamı daha güçlü, daha iradeli, daha istekli, daha genç  ve sağlıklı olanlardan seçecektir. Ancak bu toplum tarafından onay görmeyen bir davranıştır. Bu sebeple gelişmiş toplumlarda sürdürülen eskimiş ilişkiler, büyük bir mutsuzlukla taçlandırılmış, ahlak adı altında çiftleri iki yüzlülüğe teşvik etmiştir. Her birey güdüsel olarak kendi vücudunda ve ruhunda eksik olanı tamamlamak peşindedir. Doğmamış olanın doğmak arzusu, soyun evrilmesi, devam etmesi adına  sistem böyle işlemek durumundadır. Bu,  kendi varlığında eksik olanın tamamlanması arzusu ve güdüsüdür. Eğer öyle olmasa idi seks yapma arzumuz gelişmemizle doğru orantılı olarak yok olurdu. Nitekim, seks arzusu bireyin kendini geliştirmesi ile her daim geri plana itilir. Buraya kadar olan aşkın metafiziği içindeki fiziktir. Diğer yana, yani ruhun aşkı yüceleştirmesi, gelişkin bir yaratık olarak yalnızca üremek duygusundan tiksinti duyması ve  bunu onaylamıyor olması durumuna, özetle metafiziğine bakacak olursak,  aşk, doğmuş olmak durumunun başedilmezliğine oturtulmuş bir antidepresandır. Varolmak sorunsalı, doğanın dışına taşmış olanın içinde yaşanan bozgun, hayalkırıklığı, kaybolmuşluk, yorgunluk için yeniden bir” doğmak” arzusudur. Seküler olanın içine hapsolmuş ruhun, “ olmadığını bildiği" bir tanrının inancında teselli  aramasıdır. Bu yeniden doğuş içinde birey, öncelikle kendini yok etmelidir. Bu yüzden varolmaktan bunalmış olan için aşk, tam bir teslimiyettir. Bir başka bedende eriyip, yok olma dileğidir. Ve ancak, henüz doğmamış ve doğmak isteyenin yine güdüsel olarak hayata gelmek, ona tutunmak güdüsüyle çarpışır. Yani, AŞK tam bir teslimiyet,  doğmuş olduğunu unutmak, erimek ve yok olmak arzusu olsa da, AŞIK OLMUŞ OLMAK tam bir doğmak, yaşamak arzusudur. Aşk, kavramsal olarak insanın karmaşıklığı sebebiyle  üremek davranışının dışına  bu sebeple taşmış ve sanatın, felsefenin, psikanalizmin odağı olmuştur. Mutluluk ve kederin aynı kavram üzerinde bu şiddetle kontrolsüz bir biçimde  tepinmesinin sebebi tam olarak  budur.

1 Kasım 2014 Cumartesi

buçuk


Şayet standart zevklere sahip, belli sınırlar içinde yaşayan bir insan iseniz, sanata dair ne ile karşılarsanız karşılaşın ilk etapta mutlak sıkılırsınız. ( Standart ve muhafazakar biri olup olmadığınızın sağlamasını başkalarının özel hayatlarına yönelik ilginizin boyutundan yapabilirsiniz.) Böyle biri iseniz, sanata dair her şey başlangıçta sıkıcı ve itici gelir. Bir senfoni, bir sinema filmi, bir roman, bir şiir, bir sergi, felsefi bir diyalog-monolog, …Bu sizin yaratıyı yaratanın ne kadar altında, onun zamanının ne denli gerisinde durduğunuzla doğru orantılıdır. Bir yaratıyı ilk anda kavrayabilen kişi, algı açıklığı ve estetik olanı görme yetisiyle donanmıştır. Bu gözünüzü korkutmasın; estetik ve derin olanı kavramak, yeteneğin yanı sıra geliştirilen de bir şeydir. İlk 10 dakikasına boğulup katlanabildiğiniz sıra dışı bir film, dişinizi sıkarsanız enteresan ve unutamayacağınız, yıllar boyu derin izler bırakan an’larla ödüllendirir sizi. Sanat ulaşmak için uzanılması gereken bir kavramdır. Bu kalabalığın dışında kalan bir avuç insanın “modern” olarak adlandırılan yaşamın içinde boğulduğunu, bir çok ilişkiye, iletişime, duruma sabır gösterdiğini, kendilerini ancak kendilerinin yanında kendileri gibi hissedebildiklerini gözden kaçırırsınız. Özetle bu insanlar boşuna hayvanları sevmezler, boşuna sizin entel-dantel olarak adlandırdığınız konulara gönül vermezler, boşuna sosyal ilişkileri zayıf değildir, boşuna asılıp- kesilmezler. Evet, kolunuzdaki saatler aynı zamanı, aynı tarihi gösterir ancak, sizin zamanınızı bir daireye oturttuğunuzda gerçekçi olan bu söylem, dairenin tam ortasından daireye bakan birinin zamanıyla örtüşmez.Yine bu insanların hayatın boşuna yaşanmasına başkaldırı şekilleri de budur. Onlara göre hiç bir şey yapmamak, “hiç” olan şeyleri yapmaya göre çok şey yapmaktır Bunun dışında çoğunlukla düşüncelerini yutmak, hislerini ertelemek zorunda bırakılmışlardır. Sizin, başlarına gelenleri hak ettiklerini- yaşam tarzları yüzünden bedel ödediklerini düşünmenize, dik başlılıklarını-uyumsuzluklarını delilik olarak algılamanıza, bazen bir şiirin sadece bir dizesini anlamak adına rıza gösterirler. O dize 150 yıl sonraya aittir. Yani yaşadığımız şu an içinde hiç kimsenin göremeyecek olduğu bir zamandan düşmüştür geçmişe. Onların mucize anlayışı budur, kendilerinin ufak bir parçasıyla başka bir yaşanmışlık içinde çarpışmak. Bu yüzden ilahi kavramlara sırtlarını dayamazlar, uçan bir balonun ucunda savrulmak, acının ve coşkunun her türünü tatmak, hissetmek isterler. Aynı sebepten acılarını, coşkularını nadiren ortaya dökerler.Ve sizin merhametsizliğinizin tersine, bu insanlar mucize olan, durmadan çiçek açan bir yaşamı plastiğe çevirmenize içten içe üzülür ve öfkelenirler. Arada düşük desibelli çığlık atmalarının sebebi, bu insanların sosyalleşmekten anladığı budur.Yoksa tek başlarına bir ömür geçirecek kadar güce ve bu yalnız ömrü taçlandıracak, süsleyecek kadar coşkulu bir ruha sahiptirler. Ve insanların ellerinden, dillerinden düşürmediği o aynaya ihtiyaçları yoktur. Kendilerini başka yaşamlarda tanımaya çalışmak yerine, kendilerini kendi başlarına tanımakla meşgul olduklarından. Bu insanları sanata düşkünlüklerinden hemen tanırsınız.

teneke çalmak > plastik kovayla temizlik yapmak

Konuşurken duvarlarını yıkıyorum, doğrudur. Bana gıcık oluyor, beni boğmak istiyorsundur; bu da doğrudur. Ne hakla diyorsundur;  yine doğrudur. Seni sevmek istiyorumdur, bunu Pisagor üzerinden anlatıyorumdur. Göğe, kör olmadığı için bakabilen şanslı seni, şarkı söyleyebilen seni, ideolojilere tutunmayan seni, adı olmayan seni, geçmişi ve tecrübeleri olmayan seni, kötü ve samimi cümleleri beceriksizce ardarda sıralayan seni sevmek istiyorumdur. Çoğunlukla en basit şeyi en zor yoldan anlatıyorum, biliyorumdur. Aramızda hiçbir şey eksik kalmasın, hiçbir şey eğreti durmasın içindir. Biliyorumdur ki,  sevmek, sevmeyi  istemek ölüme kafa tutmaktır. Bak sana söyliyim: en haklı savaştır bu. Sonra, sevdiklerimin sevilmeyi istemesi bu savaşın ne denli haklı olduğunun göstergesidir. Ne çok olduğumun, ne çok olduğunun, ne çok olduğumuzun... Sonra anlatıyorumdur ben, karnımı , göğsümü açarak anlatıyorumdur  hem. Anlamaya hali olmalı insanın, doğruyu duymaya iki kere hali olmalı diyorumdur. Sıkıldım birbirlerine anlayış gösteren kibar budalalardan. Aşık olmak istiyorum ben. Bu ölümlü hayatı onunla taçlandırmak, onurlandırmak istiyorum. Zaman dediğin nedir ki; topla tüm yaşadıklarını bir adamlık ömür çıkmaz senden. Yazık diyorum, üzülüyorum.  Kafa sallıyor o sevdiklerim içinden sevilmek isteyenler. Anladıklarını sanıyorum… Sanıyorum ki, kendilerini “bende”  görmekten ziyade “beni” görmek niyetindeler. Açıyorum göğsümü, öyle ki göğe dokunuyor sözcüklerim. Bir köpek uluyor ya hani, o köpeği pas geçip aynı anda  yataklarına giriyor insanlar. Ve iki kişilik yatakların “tam ortası”, üretici tarafından iade alınacak kadar yenidir ya hani. Sevişmek değildir, sevmek değildir, birinin nefesinde yok olmak, yeniden doğmak değildir ve yine de bu kof birlikteliğe prangalanmıştır hani insanlar ayak bileklerinden. "Bu, bir öpüşmenin içine yüzlerce kilometre mesafe koymak ve aşkın orta yerine tükürmektir" desem, anında doğurganlığım ya da aklıbaşındalığım sorgulanır hani. Oysa aşk molasızdır ve her daim tek kişilik yataklarda sevişir.

uyuşturucu üzerine...

İnsanın doğasında şiddet yoktur. Bu sebeple bu kadar aciz doğarız. Yine aynı doğa hayatta kalmamız için bize,  muhakeme etme  yetisi vermiştir. İçine kıstırıldığımız ve “insan böyle olmalıdır ve şöyle yaşanmalıdır” diye tanımlandığımız sistem bize ne yapıyorsa, düşünün ki marihuanayı bu durumu sıfırlamak için kullanırız. Ve eğer bir sistemden söz ediyorsak o sistemin muhakkak  kazananları ve kaybedenleri vardır. Ve yine kazananların olduğu bir dünyanın varlığı demek, kaybedenlerin nefeslerinin, lokmalarının, düşüncelerinin, yaratıcılıklarının, tercihlerinin çalındığı bir dünya demektir. Bu sebeple alkol, kumar, fuhuş sistem eliyle legalize edilmesine karşın marihuana yasadışıdır. Afyon tarih boyu tüm yaratıcı insanların olmazsa olmazı olmuştur. Zamanı yavaşlatır. Ve zaman yavaşladığında görürsün ki zaman diye bir şey yoktur ve sen boşa telaş etmektesindir. Zaman dediğin anlardan oluşmuştur ve sen öncesiyle sonrasını çekiştirmekten şimdiyi göremiyorsundur. Marihuana şimdinin aralığını açar. Gereksiz şeylerle yüklü beynimiz  vücudunu dinleyip doğasına döner ve tek tek kavramları, durumları muhakeme etmeye başlar. Tıpkı film karelerinin aralarına sıkıştırılmış gizli reklamlar gibi. Onları görmeni sağlar marihuana, bu yüzden mutlu, sakin, neşeli, hafiflemiş hisseder insan. Bakarsın ki, yetişeceğin hiç  bir şey yoktur, koşacağın bir yer, geciktiğin bir amaç, yapman gerekenler  yoktur ve  bunları yapamadığın için tekmelendiğin, sevilmediğin gerçekliği  yokoğlu yoktur. Yaşam dediğimiz şey  dilimize bulaşmadan önce  güzel bir şeydi sanırım.  Ve doğduğumuz andan itibaren maruz kaldığımız duygusal , ya da hem duygusal  hem fiziksel şiddet,  bizleri plastik poşetlerin içinde sağlıklı ve güvenli bir yaşama itti. Birilerinin spermleri birilerinin rahimlerine konuyordu ve bizler doğuyorduk, anlıyor musun? Beynimiz yıkanıyordu, öncelikle ebeveynlerimizin eliyle, diliyle. Ve buna uyanan en azından bundan şüphelenen sen, en kıymetlim dediğin çocuğuna aynı katli caiz görüyorsun. Marihuana içmek en aptal insanı dahi varlığının ağırlığından kurtarır. Düz ve sade olana -en az bir kez- dokunuverir  insan. Yaratıcılığına hayretle bakar. Kendini güvende hisseder çünkü sevilmek diye bir kavram omuzlarından inmiş ve diğer tarafta, plastik poşetteki yaşama asılı kalmıştır. Ne olduğunu hatırlar insan, ne olmadığını değil. Bir ineği kesmesi gerekmediğini hatırlar, bir kap pirinçle doyabildiğini... İkinci çift ayakkabı ütopyadır, bunu hatırlar, ayakkabısız  yürüyebildiğini... Bir kez uyandın mı, bir kez dokundun mu gerçeğe  kazananlar kaybetmeye başlar. Bu yüzden o sade insanlara, o şiddetten uzak olan insanlara marihuana kullanmayı yasak eder  sistem. Onlara mutsuzluklarına çare olsun diye marihuana’dan daha zararlı olan antidepresanları dayarlar. Çünkü bir takım adamlar daha fazla kokain çekmelidirler, daha fazla fuhuş yapmalı, daha çok yaşamalıdırlar. Daha fazla kokain çekmek  ve düzüşmek için daha çok kazanmalıdırlar. Çünkü onlar hatırlamak istemeyenlerdir. Onlar ölümü öteleyenlerdir. Onlar aşka dokunmamış olanlardır. Ve biz pis fakirler mutlu aşk çocukları yapmamalıyızdır, anlıyor musun?  Biz ancak evlilik içinde olması gereken çocuğu, olması gerekmeyen bir sevişme sonucunda yapmalıyızdır. Mutlu insan tehlikedir. Mutlu insanların mutlu çocukları daha tehlikelidir. Çünkü , kendine buyrulan hiç bir şeyi yapmayan adamın sadece kafası işler. Sistem  insanların acı çekmesi üzerine kurulmuştur. Din bu işe yarar, ülke bu işe yarar, siyaset bu işe yarar, kimlik bu işe yarar, statü bu işe yarar. Bunu kavrayan adam artık doğmuşluğuna, acı çekiyorluğuna  bir çare bulmalıdır. İşte orda devreye sanat ve felsefe girer. Sistemin panzehiridir bu iki kavram, kazananların baş düşmanıdır. Parasız, insansız,  tek başına, her koşulda, nefes alınan her yerde yaşamını sürdüren bu  iki sonsuz  kavram... Belki kazananların bu iki kavramdan söz ediyor olmasına bu yüzden gıcığımdır, bilmiyorum.

Neden bazı insanlar farkındalıklarına rağmen uyuşturucu kullanmazın yanıtına gelirsek... Çünkü bu insanlar, kullanan insanların rahatlamak ve kendini hatırlamak  sürecini,  yaşamı hissetmek adına  bir prensip haline getirmişlerdir. Olduğu gibilik için çok ama çok çalışmışlardır. Unutmak ve hatırlamak için çok çalışmışlardır. Bu yüzden benim gibi insanların alkole de yakınlığı yoktur. İç derler, içerim. Çünkü benim biçimlendirmem gereken bir çocuğum yoktur. Benim evcilleştirmem gereken kedilerim, köpeklerim yoktur. Benim bahçemde biten her ot yaşar ve onun japongülünden farkı yoktur. Çirkinliğin ne olduğunu çok anlayamıyorumdur. Bir şeyin hoş olmadığını mideme giren kramplardan anlıyorumdur. Paranoyaklık ya da kıskançlık yapmam gerektiğini anlamıyorumdur. Sahip olduğum bir şeyleri çoğaltmam ve korumam gerektiğini anlamıyorumdur. Ama bunları anlayan biri, çocuğunu şekillendirmek, kedisini eğitmek, bahçesini güzelleştirmek, başarılı olmakla ilgili endişe taşıyordur.  Bir çocuğun varlığı çok ama çok önemlidir.insan yüreğinden prangalıdır bir kere hayata. Ona bir şey öğretmek mi? Bırak çocuk düşsün, bırak kalksın. Bırak bir kediyi okşasın, bir köpek tarafından ısırılsın. Bırak toprağa sarılsın,sonunda  gideceği yeri sevmeyi öğrensin. Sana benzemesin. Korkusuz insanlar iyi insanlardır, özgecidirler, doğaya uyumlu yaşarlar. Çocuğunun marihuana kullanmasını ancak böyle engelleyebilirsin. Neden diye soracak olursan; çünkü bizim gibi adamların kafası doğuştan iyidir!

kadınlar üzerine...

ben roma’da evlendim…küçüktüm ve aşıktım…sonrasında evlilik kurumunun plastik bir palmiyeyi salonunuzun ortasına koymaktan gayrı bi işe yaramadığını anladım.doğaya aykırı bir şeydir kan bağını taşımayan iki “birey”in birbirlerine bir ömür boyu katlanması; tabii eğer bireyseniz.yani kökü ve dalları olan iki akçaağacı söküp, iklimlerini iplemeden balkonunuzda bir saksıda yaşatma gayretidir evlilik!dibinde bir süre sonra muhakkak bir sürgün görürsünüz!o iki ağacın görevi o sürgünü rüzgardan,güneşten,soğuktan korumaktır artık. yaşamdan haz almak böylece ötelenir. akçaağaç diyorum, çünkü, bahçenizde bir tane bile olsa , ertesi bahar saksılarınızın birinde filizlenmiş bir “ikinciyi” mutlak bulursunuz…yani yine “toplum” denen illet bize ,alkışladığımız ” yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşcesine” felsefesini kereste fabrikasında istiflenmek olarak kabul ettirmiştir. inancım odur ki, bir zaman sonra bu kurum kesinlikle çökecek ya da toplu cinnet geçirme ve intiharlar yüzünden yasaklanacaktır!yanlış anlaşılmasın; iki insanın bir arada huzurla yaşayamayacağını savunmuyorum. bilakis; evlilik engizisyonunda “bireysellik” durumunun kelle koltukta varolabilmesinin imkansızlığını vurguluyorum. evet; bir ağaç gibi tek ve hür yaşamalı insan, bir ormanın içinde!
samimiyetin tutturulduğu rakı masalarında bu konuyu birkaç kez konuşmuşluğumuz vardır.istatistikle, erkeklerin çoğu evlenmek istemediklerini söylerler.yani evlilik kurumu aslında kadınlar tarafından tetiklenen ve ayakta tutulan bir kurumdur .kadınlara dönerseniz, bunun “topluma uyumluluk” psikolojisi üzerinden yürüdüğünü görebilirsiniz.çünkü, evlenmeyen kadın başarısız kadındır.çocuk doğurmayan kadın iki kere başarısız kadındır!siz o sırada bir beyin cerrahı olarak bin hayatı kurtarıyor olsanız bile, evli değilseniz başarısızsınızdır. enteresan bir kompleks! kadınların evlilik sonrası kocalarına bu kadar sahip çıkmaları, aldatmaktan korkmak yerine ömürlerini aldatılma korkusu üzerine kurmaları da yine aynı başarısızlık tablosunun parametresidir.yani bir kadının bir erkekle evlenmesi, üremesi ve terk edilmemesi, fizikçiliğinden, edebiyatçılığından, müzisyenliğinden, üretkenliğinden, sevmesi ve sevilmesinden daha önemlidir. erkek de bu tabloya uyum sağlamak zorunda bırakılmıştır.yani “kurban” olarak gösterilen bu kadın romanının yazarı da, aslında bir kadındır.bunu rahatlıkla telafuz edebiliyorum çünkü, kadının ikna yeteneğinin erkeğin yanında bir cengaver olduğunu iyi biliyorum. özetle “birey” olmaktan korkan, bir bireyle yaşamaktan iki kere korkan taraf kadındır…belki bu yüzden doğurmak güdüsüyle donanmıştır.ikinci bir kök salmak ve bu sefer de başka bir “şey”in parçası olmak için.
kadınların arkadaşlıkları da böyledir; beraber ve hür yaşamak yerine, sahiplenmek, sahiplenilmek, emmek ve tükürmek üzerine kuruludur. ve yorucu bir biçimde ilişkiye hep rekabet eşlik eder. kadınlar erkekler için değil, hemcinsleri için giyinirler ve bu doğrudur. beğenilmek ve tercih edilmek, bir birey olarak haz almaktan çok, hemcinslerinin üzerindeki hiyerarşiye hizmet eder. ne kadar yakışıklı, ne kadar zengin, ne kadar başarılı bir erkekle beraberseniz hemcinsleriniz arasında o kadar başarılısınızdır …dolayısı ile bu yaşadığımız sözde modern hayat, kadınların hayatıdır.kadınlar tarafından tercih edilmiş ve uygulamaya konmuş ve yine aynı kadınlar tarafından hor görülmüştür. o halde yanıtlayın ; bir müzisyene aşık olursunuz ve size ait olduktan sonra onun müzik dinlemesi bile sizi rahatsız eder. popüler erkeklerin peşinden gidersiniz ancak size ait olanın popüler olmasından midenize kramplar girer. ışıltılı, iyi giyinen, alışılmışın dışında davranışlar sergileyen, yaratıcı, düşünen, etkili konuşan, humoru gelişkin adamların pazarında gezinen sizler değil misiniz? ya bu idealize ettiğiniz insana sahip olmak için olmadığınız bir kişiliği pazara çıkaran? koca bir insan güruhundan seçmişsinizdir bu insanı; içkiye düşkünlüğü , içe kapanıklığı, dışa dönüklüğü, çapkınlığı, sadeliği, dengesizliği, romantikliği ya da öküzlüğüyle…ama ilk işiniz onu kafanızdaki kalıba oturtmak ve “adam” etmek olacaktır. buraya kadar tamam, tamam da; sonrasında o yarattığınız kişiyle sevişmek istememenizi nasıl açıklıyorsunuz?