Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

18 Mayıs 2015 Pazartesi

sekmeler-Gustav 5 /adagietto ve bir tekne üzerine çözülmeler 30 Ağustos 2012, 03:38





    Sözcüklerin duyguya yetişmesi olanaksız değildir;  tersine, sözcükler duygulardan tamamen farklı şeyler anlatır. Özgürlüğün ne olduğunu bilmesem de, ne olabileceğinin hayalinin peşinde ısrarla koşuyorum. Gerçek’le gerçeklik arasındaki bu uçurum neredeyse öldürecek beni... Ama ayağıma kadar uzanan ve sonrasında geri çekilen dalganın, hırpaladığı kum tanesine göre üstünlüğünü kabul etmek zorundayım. Ta ki, gel-git’i düşünene dek... Biliyorum ki, bu iflah olmaz romantizm beni bir çerçevenin orta yerine mıhlayacak. Gel-git’in kellesini de  ay, güneş, evren kesip alacak. Ve evrenin bir nihayeti olmadığı noktasında çakılı kalacağım. İyisi mi, bir insan olduğumu hatırlayıp( sık sık unutuyorum) dalga ve kum tanesi hiyerarşisine geri dönmek. Sonra denizin üzerinde salınan şey- denizin üzerinde duran- bir yerlere yalnız gidemeyen şu tekne? Durgun bir şey değildir ki yaşamak, üzerinde zamanı taşır. Zaman, yaşamın üzerindelikle ilgilenmez; yaşam zamana, biz yaşama  sırnaşır, böylelikle kendi etrafımızda dönen  haklı bir ontolojik dizin oluştururuz. Tekne gibi, zamanın içinde çarmıha gerilip, zamanın gözümüzün önünden aktığını ve sündürüldüğümüz gerçeğini unutup, denizi ve bunu yaratan dinamiğin ne olduğunu dışarda bırakarak, salındığımız gerçeklikte  teselli buluruz.
Dinginlik; doğmakla kaybettiğimiz ve ömrümüzün çoğunu aramakla geçirdiğimiz büyük yorgunluk...Gerçeklik...O uzun boylu, renkli gözlü, güzel, başarılı sarışın: Gerçeğin dil’e sıkıştırılmış, dev egolarımız ve  küçük kulaklarımızla mırıltısını işittiğimiz sayısızıncı yankısı... Ona yaklaşmış olma yanılgısının içimize bıraktığı avuntu ve bu avuntudan canı sıkılanların bir gerçeğe baktığı halde onu bir türlü göremiyor ve göremeyecek olmasının verdiği usanç... Elektriksiz bir dönmedolap...Güzel ve  çirkinin gerçekte  ne olduğunu hiç bilmeden, birinden tiksinip, diğerini kovalama melankolisi …Bir tekne olarak doğmuş olmanın bize sunduğu  ve heyecan verici bulduğumuz  maceranın, birilerini götürüp getirmekten  ibaret olmasının verdiği acı... Aynı acı'nın podyum değiştirip denizin devinimine katkımız varmışçasına kangren bir yaraya pansuman etkisi... Sadece bir dalga olmaya niyetli  bir dalganın, bizi yükseltip, geri dönüşüyle aşağı çekmesine saldırganlık göstermenin, doğa üzerinden loto oynayıp  ölüme kafa tutmakla açıklanır olmasının  gülünç sadeliği…Hayatı sırf bir nihayeti olduğu için sürekli bıçaklıyor olmamız... Bunun, bizi yasalar önünde katil yapmıyor olmasının verdiği güç ve güven duygusu... Cinnet geçiriyor olduğumuzu kabullenemeyip, doğmuş olmak mutsuzluğunu “edinerek” geçiştirme gafletimiz...Gerçekte tekne yerine deniz olmak hevesimizi denize ana avrat dümdüz sektirerek geçiştiriyor olmamız...Denizin varlığını ve devinimini şans olarak adlandırmamız. .. Yaşamak arzusunun, yine bizler, öncekiler ve sonrakiler tarafından şekillendilen ve şekillendirilecek olan kavramlar- sınırlar dahilinde,  asla doymayacak ve aynı zamanda yok edilemeyecek olmasının verdiği çaresizlik... Bu çaresizliğin aynı anda yaşamın  tek mutluluk umudunu taşıyor olması... Bir kuşun kanat çırpması kadar doğal olan doğumu ve ölümü kavrayamadığımız için, hayatı gözden düşürüyor ve kaçırıyor olmamız...    
Bunları gün içinde  üst üste dinlediğim Gustav 5- adagietto’nun tetiklemesi ve  gelip giden dalgalara baktığım için yazdığımı sanıyordum. Sonra, aralarındaki derin benzerliğe ve uyuma takıldım. Bu bölüm, baştan aşağı doğum, yaşam, yükseliş, çöküş ve teslimiyet karmaşası içinde- güneşin batışı kadar başına buyruklukla eşdeğer- yeniden ve yüzsüzce doğuşunu, denizin deviniminin hayatla  sade bir biçimde eşleştiğini işaretliyor. Gustav, bir deniz kıyısında  zamana siktiri çekerek ( ki bunu daima  bize "zaman" yapar!) sayısız saatler içinde, bu gelip giden sayısız dalgaya bakarak; bu fazla renklilik ve hareketin  mide bulandırıcılığını, sonra renklerin solduğunu, sonra yeniden ışıdığını, nihayetinde  tek bir rengin bile gerçekte varolmadığını, varolmak için büyük  savaş verdiğimiz “görmek ve bilmek” arzusunun tatmin edilmesinin imkansızlığını, insanın doğa içindeki sürüklenişini- çaresizliğini, özetle insanın uçamayan bir kuş olduğunu görmüş olmalı...Yeteneğin, güzelliğin, eksikliğin, iyiliğin, kötülüğün, doğru ya da yanlışın değil, sadece doğmuş olmanın verdiği yorgunluğun o suskunluğa, dinginliğe ölmekten önce ulaşmanın, bu dinginliğin küçük bir parçası olmayı kabul etmenin ve hayalgücünün aslında gerçek olanı "bilerek" dışarıda bıraktığını kavramanın sadeliğine bir selam çakıp, bu bölümü bu güzelim yorgunluğu kutsamak adına yazmış olmalı... Gustav ‘ın eserinin bu bölümünü, Morte a Venezia’dan dolayı mı şekillendirip sevdiğimi, bu bölümü sevdiğim için mi Morte a Venezia’yı baş tacı ettiğimi gerçekte  bilmiyorum. Gustav ne için yazmıştı, onun bildiğinden de şüpheliyim. Ancak gerçeği aramak yolunda gerçekliklere razı olmanın,  insanın kaderi olduğuyla yüzleşmiş olduğu  yönünde güçlü hislerim var. Dil ‘in ve anlam'ın içine bu kadar düşüp kaybolmuşken, hala bir gerçeği - üstelik içinde hiçbir eğlence barındırmayan bu gerçeği- kovalamaktansa "gerçekliklerle" oyalanıyor, yaşam formunu oluşturuyor ve bunu kabul etmekle değer kazanıyor  isek, kendi hikayesini olmak istediği kahramanın ağzından anlatan şizofrenler olarak kalacağız demektir.
Benim bu eseri neden sevdiğimi kendi kuytularımda bile sondajlayamıyor olmamdan ise şu sonuç çıkar ve bu hayatın bana göre resmidir: Yukarda yazdığım Gustav-Visconti-ben üçlemesindeki 3. çarpan olarak ben, içime düşen şeyin ne olduğunu anlamlara takılmadan çözemiyor ve göremiyor isem, bu üçlemenin ilk ikisine tanık olmamış, düşünmemiş olan, yalnızca  yazdığımı okuyan 4. çarpan, bırak gerçeğe yanaşmayı, benim, Gustav’ın ya da Visconti’nin bendeki iz düşümü ile yola devam edecek ve sadece benim "gerçekliğimle" yetinecektir. Böylece çok düşünen insanların gerçeğe yanaşma yolunda kaybettikleri gerçeğin gerçek düşmanı olan ve  gittikçe bulanıklaşan gerçekliklerle her şey daha da  çoğalıp, ufalacak demektir. Bu yüzden her bireyin zihninden geçen her düşünce ve onun diğer düşüncelerle çarpışıyor olması, en azından bulanık gerçekliklerden ziyade, gerçeğe ulaşma yolunda mazereti olan gerçeklikler olarak yola devam etmek zorundadır.  Gerçekten ziyade gerçeklikle kendince tanımladığı o modern  hayatı sürdürebilir  noktasına erişebildik ve orda soluklanıyor isek, yerküre daima benzer insanların benzer şekildeki yaşamlarıyla dolup boşalacaktır; bunun tek ve haklı tanığı olan zaman’a siktiri çekebilecek cesareti taşıyan insanlar, gerçeğe ulaşamasalar dahi, gerçeği aramak macerasının, bir tekne olmaktan ziyade bir kum tanesi, ya da bir dalga olmakta yattığını kavrayacaklardır. Ve  bunun dışında kalan ve evrenin kendisiyle yakın bir bağı olduğunu düşünen çoğunluk ise,  güneş'in deniz üzerindeki  her batışını kendi rakı kadehleri, şiirleri, aşklarıyla ilişkilendirip, yarın onlar için doğacak olmasının büyük emniyeti ve güveniyle rahatça uyuyacak ve yaşamı böyle adlandıracaklardır. Sanki güneş evren'in, onlar da  güneş'in umurundalarmış gibi….

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder