Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

13 Ekim 2015 Salı

Bela Tarr’ı okumak: Satantango


     


  
    Karmaşık yazmamaya özen göstericem. Tarr filmleri sadeliğe bu kadar depar atmasına karşın yüzlerce duygudurumu barındırdığından karmaşık olarak algılanır. Umarım ben de bu sadeliği anlatırken bu önyargılı kalabalığın içine düşüp boğulmam. Gerçi bu film kırmızıdır deyip geçmek en doğrusu olacaktır. Lakin filme bir okuma klavuzu yazma yüzsüzlüğüne soyunmuşsanız, bu kırmızıyı anlatmakla yükümlüsünüzdür. Ve kırmızı, karşındaki insana algıladığın kırmızıyı değil, algıladığı kırmızıyı değil, salt kırmızıyı anlatana dek çok kalabalık anlam örgülerinden, yığınla cümleden geçebilir. Bunun için şimdiden özür dilerim. 3 temanın sınırları içinde kalmaya gayret edeceğim.
1-tanrı yoktur. ve dilenmediğimiz sürece kimsenin umurunda değilizdir.
2- hikayemizin, alaskada kış uykusuna yatmak üzere hazırlanan anne ayının hikayesinden  bir farkı da yoktur. fark,  anne ayı olduğumuzda belirginleşir.
3-anlatılmayan hikaye, deliliğin sınırıdır.Sadece ölmüş olanın ve bir delinin hikayeye ihtiyacı yoktur. çünkü deli ya da ölü değilsek muhtemel anne ayıyızdır.
     Tarr’a yönelik en büyük eleştiri sahnelerin durağanlığı ve uzunluğudur. Bu bir önyargıdır. Çünkü Tarr, filmlerini gerçeğe mümkün olduğunca yakınlaşmak adına kurgular, gerçekliği gözümüze sokarken tek yaptığı sadece-dili dışarda bırakarak-  gerçeğe yakınlaşmaktır. Bu yüzden zamanı birebir yansıtmaya özen gösterir. Burda, insanın sabırsızlığına yönelik bir tekme savrulmaktadır: sanki hayatımız çok renkli anlardan oluşmuş gibi... Yaşamımızın çoğu, umut etmek, bir şey olacakmış gibi beklemek, geçmişi ya da geleceği düşünmekle  geçer. Bela Tarr’ın zavallı inekçiklerine 10 dakika tahammül edemeyen adam sanırsınız dönmedolabın ta kendisi, carpe diem’in sözlük karşılığı.  Ve yine bu adam, o ineklerden hiç bir farkı olmayan hikayesini karşısındakini esir alarak yıllardır anlatıyor. Rakı masalarında sizi hiç ilgilendirmeyen birinin, yine sizi hiç ilgilendirmeyen meselelerini -bırakın on dakikayı saatlerce dinlediğiniz olmuyor mu? hatta rakı masasını geçin, nerdeyse tüm sosyal ilişkilerimiz bu sıkıcılığa tahammül göstermekle devinmiyor mu, bu şekilde sosyalleşmiyor muyuz? Bu fedakarlığın  adına saygı ya da sevgi demiyor muyuz yani? Bunun adı açıktan tahammül etmektir ve elimize geçen ilk fırsatta dile getirdiğimiz ilk şeydir. Başkalarının bizi hiç ilgilendirmeyen hikayelerini dinleriz;  çünkü,  bizim de sıramız gelecektir ve bir hikayeyi anlatabilmek için bir dinleyene ihtiyaç vardır. Muhtemel çok sıkıldığınız doktorun sahnesi, sizi hiç ilgilendirmeyen üstelik de hiç bir ilginç yanı olmayan bir insanın hikayesini dinleme kapasitesinizi sınar. çünkü sisin hikayenizi doktorun dinlemeyeceğini bilirsiniz. Dolayısı ile filmleriyle Tarr, sadece bu sekansla bile insanları şak diye ikiye böler ve merak edenlerle yoluna devam eder.
    Sahneler uzun değildir. olması gerektiği kadardır. Bir yere gitmek için otobüs durağında ineklere bakmaktan daha fazla zaman geçirirsiniz, çünkü bir yere gitmek için o otobüse binmek zorundasınızdır. Bela Tarr’ın sekansları otobüs duraklarıdır.
    Film, insana dair tek bir handikapı dahi dışarda bırakmamıştır. Botticelli’nin cehennnem tablosudur bu film; Dante’nin İlahi Komedyasının cehennemi... Merhamet,  insanın sadece kendisine yönelik kurduğu empati, ya da birgün kendi sırasının geleceğini bildiği için taçlandırdığı bir duygudur. Estike’nın kedisine yaptıkları sevilmenin gerçekte bir tahakküm olduğunu, merhametsiz olduğunu gözümüze sokar. Yalnız ve zeka özürlü bir kızın -ki bu sahnenin sonunda zeka özürlülüğün sadece diğerlerine benzemediği   için tanımlandığını anlıyoruz- kucağında mırlayan kedi “sevgi”dir. Kedi sevilmektedir ve kedi açısından her şey yolundadır. Sevilmek ihtiyacı karşılanan kedi Estike’nin  kucağından kalkar. Kız, bunun üzerine ne cüret diyerek kediyi kollarından tutup yuvarlanmaya başlar. Baktığınızda sadece kedi için üzülüyorsunuzdur. Lakin Estike, kediyle aynı eylemin içerisinde yer alır. Ama biz vicdanı tanımlarken bir suçlu aramaya güdümlüyüzdür. Gerçekte kediyle Estike’nin bir farkı olmadığını kavrayamayız. Nitekim ben, filmde aldığım tek  molayı kedinin başına gerçekte ne geldiğine ayırdım. Tarr, veteriner kontrolünde yapılan bu sahnelerden sonra kediyi sahiplenmiş. Sonra bu filmi yapan bir adamın, ahlak sınırlarını sorguladığım için kendimden utandım tabii. Bu sahne, sevginin karşılıklı olması gerekliliğine, tahakküm üzeriliğine göndermedir. Kedi, kıza zarar verebilecekken teslim olur. Bu sahne, “sevgi tahakkümdür”ün manifestosunu yazar. Bir anlamda, sevildiğimiz için sever ve sevgiden söz ederizdir. Kediyi kız doyurur. Yani kız, kedinin sahibidir. Kız, kedinin vatanıdır da diye de okuyabilirsiniz. Kedi ve kızın karşılıklı mırıltısı gerçekte anamorfik açıdan büyük bir öfke üzerine de kuruludur. Çünkü bu, varlığı köleleştiren, özgürlüğünün içine tüküren bir bağdır. ( bir zaman bir arkadaşa “artık kedi olamazsın, çok geç “  dediğim için bozulmuştu. Ve ben derdimi anlatamıycak kadar yorgundum. Sağolsun Tarr üşenmemiş.)  Kız kediyi zehirler. Sütün içine kafasını bastıra bastıra zehirler hem de. Yani dilin dışındaki kedi bile, bir şekilde evcilleştiği için bir noktada bu devinime boyun eğmiştir.  İnsanlar tarafından -annesi dahil- fazlalık, artık olarak görülen bu kızın sevdiği-sevildiği yegane şeyi öldürmesini izlemek sarsıcıdır. Kendi hayatlarımızda binlerce kere tekrarladığımız bu ritüel, başka birinin hikayesi üzerinden yapıldığında ne de trajiktir. Kız ölmüş olan kedinin katılaşmış bedenini sekans boyunca kolunun altında taşır. Ölmüş olan kedi hala onun varlığının yegane tanığıdır. bunu geçmişimize olan bağımız olarak da okudum ben, o derin melankolimizin parçası olan geçmişimizin...)Barda danseden insanları izlemesi, o insanların dünyasına hiç dahil olamayacağının göstergesidir. Hem de korkunç derecede sıkıcı olan dünyasına. Sıkıcı bir şeyin bile parçası olamayacağını anladığında kedinin ölmüş olmasıyla yüzleşir. İlk kez bu kadar yalnızdır. Doktorun eteğine yapışması intihara teşebbüs eden birinin ambulans çağırmasıyla aynıdır. Tarr, "felfeslik-sökük geliyor" adlı bölümü Estike'nin kendisi için daha iyi hayat ümit etmesi ve ağacın dibine paraları gömmesiyle açar. Ağabeyi Estike'nin kediye yaptığından farklı bir şey yapmamaktadır. ve biz oturduğumuz yerden o paraların çalınacağını zaten bilmekteyizdir. Ümit ederek ayakta kalan yaratıklar olarak paraların Estike'nin ardından araklanacağını nasıl ve neden bilmekteyizdir, burda sorulması gereken soru budur.  Ümit; o olmayan tanırının başımıza sardığı illet. Bir şeye ancak geçeceğini düşündüğümüz için katlanır, tahammül ederiz. lakin bu öyle bir dualitedir ki, hiç bir şey olmayan bu dünyada hayatı nafile bir yakarışa çevirirken kendimizi hikayemize- kaderimize çivileriz. Ve sadece zaman geçmektedir, o kadar. Değişen tek şey budur.  Bu bölümde sevgi tahakkümdürün yanında, kızın deliliğinin diğerlerince tanımlandığı ve sadece insan olduğuyla da  çarpışırız. Ya da tüm insanlar parmakla gösterilmediği sürece biraz delidir ile.
(Film binlerce detayı içinde barındırır. Bunları tek tek yazmak hem büyük bir sabır hem de  yüzsüzlük ister. Bende ikisi de yok. O yüzden bir kaç sahnenin okumasıyla devam edip, ormanın derinliklerine dalayım diyorum.)

   Doktora dönelim: Her insan kendine bir yaşam dinamiği oluşturur. Yani yaşamak dediğimiz şey, gerçekte alışkanlıklardır. Birini kaybettiğimizde ya da aldatıldığımızda duyduğumuz öfke,  bu alışkalıkların, bu disiplinin yerle bir edilmesine yönelik ortaya çıkan başkaldırıdır. Bu sebeple hem gerçektir, hem değil. (Bu cümleyi aklınızda tutmanızı isterim. Unutursam bana hatırlatmanız için.)
    Sıkıcı bir köyün, sıkıcı insanlarının, sıkıcı hayatlarının içinde olan, her türlü sıkıcı detayın, doktor tarafından her biri ayrı deftere- her biri ayrı kalemlerle yazılıyor olması doktorun yaşam dinamiğidir. Siz, bunu kendi hayatınıza sosyalleşmek, okula gitmek, başarmak, sevgili edinmek, basket atmak, si bemol tutmak, kadans yapmak, motora binmek, çocuk sahibi ya da aile olmak, oy kullanmak, bir ideolojiye inanmak, sanattan sözetmek  diye uyarlayabilirsiniz. Size sıkıcı gelen doktorun ritüelleri, gerçekte  kendi hayatınızdır. Her gece belli bir saatte pijamalarınızı giyip yatmanız, doktorun o koca göbeği ve daralan nefesiyle masasından kalkıp, o daracık konsolun yanından tık nefes sayısız kere geçmesine denk düşer. Bu yorucu işlemi defalarca, Futaki’nin gereksiz sıkıcılıktaki hayatının, gereksiz sıkıcılıktaki ayrıntılarını ayrı bir deftere yazdığı, köydeki her insan için ayrı defter tuttuğu, bu defterleri de itinayla dosyaladığı, o dosyaları da arkasındaki dolaba koyduğu için yapar ve bu doktorun her sabah uyanmak  için bir amaç- bir bahane edinmek  zorunluluğudur.  Sizin her sabah uyanıp işe ya da okula gitmenizden farkı yoktur bunun. çünkü bunu yapmazsanız her an bileklerinizi kesebiliriz. Ama nedense bu sahneyi izlerken içiniz daralır. Oysa o an doktoru izlemek yerine ne ile oyalandığınıza baksanız sobeleyeceksiniz kendinizi.  Doktor gerçekte sizsinizdir. Başkalarının sıkıcı hayatlarını gözlemeyi kendi yaşam dinamiği haline getirmiş, hikayesini bunun üzerine oluşturmuş, diğerlerinin hayatından hiç de daha sıkıcı bir hikayesi  olmayan sıradan biridir doktor. Yazmazsa ölecektir. İçmeden yazamayacaktır. Çünkü hayata tahammül etmektir insanın en büyük sınavı.  Hayat, tam da bu eleştiriyi yaparken hayatın bu olduğunu kabullenmek demektir. Görkemli kuyruklar için kendini derin bir melankoliye hapseden çirkin kuyruklu sırtlanlarızdır  biz, o kadar. Kendi kusmuğunda, çamurunda debelenen domuzlardan tek farkımız domuz olduğumuzu bilmiyor- kabul edemiyor olmamızdır. Kendimizi uyuşturmadan yaşama  tahammül edemiyor  oluşumuzun sebebi kendimizi kabul edemeyeşimizdendir.  Bir galon brendinin üstüne, kalçamıza ofluya puflaya yaptığımız morfin, ihtiyaç duymadığımız ikinci ayakkabıdır, sofradaki ikinci cins peynirdir, yenilediğimiz otomobildir, kaçamak yaptığımız sekstir, içip dağıtmaktır, ikinci çocuğu yapmaktır, ev sahibi olmaktır... Bunu eleştiriyor olmak bunları yapmayacağımız anlamına gelmez. bunlara mecburuzdur.  Doktorumuz bizlerce sıkıcı ve faydasız bulunan bu hayatında kendine iş edindiği bu rutinle yaşama tutunmuştur. Muhtemel, o da bizim hayatımız için aynı şeyi düşünüyordur. O defterlerden birinde mutlak içimizden birilerinin adı ve hikayesi vardır; olmalıdır. Birbirimizin sıkıcı aynalarıyızdır çünkü biz. Ve birbirimizi eleştirerek, gözetleyerek daha iyi varlıklar olduğumuzu düşünmeden edemiyoruzdur.
     Filmdeki her insan kendinden sorumludur, tıpkı filmi izleyen bizler gibi. Ahlak safsatadır, dostluk safsatadır, ebeveynlik safsatadır. Çıkarlarımız doğrultusunda kurduğumuz, işimize gelmediğinde kıçımızı döndüğümüz değer yargılarının üzerinde tepinip durmaktayızdır. Filmdeki karakterlerin hiç biri katil değildir, lakin iyi de değildir. iyilik diye üzerinde tepindiğimiz şey, henüz kimsenin kanı akmamışken sorumluluk alıp kanın akmasına engel olmak yerine, en iyi ağıtı yakmaktır çünkü. O halde gerçekte iyilik yoktur. Zaman zaman iyiliğe benzeyen bir şeyin göründüğü olur. Bu şey   göründüğünde emin olun ki içimizden birinin işine yarayan bir durum yüzünden tüm sevimsizliğiyle sırtlanlığımız sırıtmaktadır.
     Bar sahnesi dönmedolaptır;  fazla metamorfik düşünmeye gerek yok. O sebeple o kadar uzun ve durağandır. Buraya zamanında çaresizliğin en çaresizliği bir zamanda yazdığım bir cümleyi eklemeden geçemiycem:  “Bir kaktüs olarak sevilmeyeceğimi bilmekten çiçek açmakta ve gül taklidi yapmaktayım. Benimkisi her ne kadar ayıpsa, senin beni eğilerek içine çekmen ve güzel koktuğumu söylemen de  bir o kadar ayıp. Bir yalanı tamamlıyoruz birbirimiz adına. Ve gerçekte biribirimizin umurunda değiliz. Bütün sorunumuz bu değil mi?”  
Eğer bar sahnesini gözünüzü ekrandan ayırmadan izlediyseniz, belli aralıklarla mideniz bulanmıştır. Sahnenin sonunda akordiyon çalanın kalkıp kusması ve “işte bu” demesi bundandır. Ben de bir kaç kez kusma isteği duydum. Örümcekler mükemmel bir metafordur. İnsanın tüm endişeleri, korkuları, beklentileri devam ederken zaman akmaktadır ve çok şey olmasını beklediğimiz, dilendiğimiz, varlığımızı adadığımız bu hayatta gerçekte hiç ama hiç bir şey olmuyordur. Hem korkuyla hem ümitle beklenen Irimias ve Petrina umuttur; bizi yüzüncü kez yarı yolda bırakacak olan umut.  Bir anlamda Godot’dur beklenilen. Bu hayatla bağımız Stockholm sendromundan başka bir şey değildir çünkü.  Hem kendimize acırız, hem disiplin bozulmasın isteriz, hem içinde bulunduğumuz hayata tahammülümüz yoktur hem  değişimden korkarız. Bu dünyaya insan olarak gelip bir oh çeken yoktur, çünkü,  her insan tavuskuşunun kuyruğuna sahip olmak isteyen sırtlandır. Türküleri, aşkları, şiirleri, hikayeleri hep  bunu anlatır.

 İnsanın mutlu olması, sadece mutsuz olmamasından ibarettir.
    Kapitalizm, sosyalizm, komünizm hep değişmekten korktuğumuz, lakin içinde bulunduğumuz şartlara da tahammül gösteremediğimiz için ortaya çıkar. Irimias burda kaderin, yani tanrısı olmayan bir dünyada tanrıya yalvaran ve her şeyi bok eden insanın Azrailidir. "Fetta Madunk- biz ölümden doğacağız" adlı sahne böyle başlar.Humanizm üzerinde yükselen komünizm, kapitalizm tarafından süprülür. Irimias ve Petrina çerçöp o sürüklenmenin arasında kararlılıkla yürümektedir. Çünkü henüz ölmüş bir umudun üzerinde yeni doğmuş olan bir umudu tekmelemeye kararlıdırlar. Her yeni düzen, vidanjörüyle birlikte doğar. Çünkü, her düzen kandırmacadır. İnsan buna gönüllüdür, kendi eliyle yazar kaderini. Çünkü her insan bir amacın  parçası olmak zorundadır. Hayatının çok önemli ve özel bir anlamı olduğunu düşünür ve bunun hayata geçmesini ümit eder. Burası tam da tavuskuşunun görkemli kuyruğudur.  Gelmesinden korktuğumuz Irımias’a  kendi ellerimizle teslim ederiz tüm emeğimizi. İnsanlar kandırılmak istedikleri için kandırılırlar. İNSANLAR KANDIRILMAK İSTEDİKLERİ İÇİN KANDIRILIRLAR!  Görünen o ki, dünya nüfusunun yarısı   Tarr  olmayı bırak, on dakikalık inek sekansını izlemeyi akıl etmediği sürece de,  bu değişmeyecektir.
    Tarr bunca nafileleliği anlattığı için nihilist midir;  aksine. Egzistansiyalizmin dibine vurmuş bir abimizdir. Doğmuş olanın  yaşamasına  uyutmadan, uyuşturmadan, uyandırarak çare bulmuştur.
     O çoktan unuttuğunuz ve bana hatırlatın dediğim cümleye geldik şimdi. Doğmuş olmak,  çaresi olmayan bir illettir. Kafası çalışan biriyseniz -daha önce yüzlerce kez tekrarladığım gibi- boktan hayatınıza son vermek dahi bu hayatı fazlaca önemsemek olacaktır. Cioran bu sebeple intihar etmemiş lakin,” her an intihar edebileceğimi bilmek içimi rahatlatıyor, ancak bu şekilde yaşayabiliyorum” demiştir. Hayatın güzelliği, kendi yaşamının dışına çıkıp hayatına bir proje, bir deney, bir tecrübe gibi bakabilmektedir. Bu rastgeleliğe inanmak;  görebildiğin, duyabildiğin, hissedebildiğin her şeyi değerli kılar. Sözün- anlamın dışına çıkmak, ezberi bozmak  ancak bu şekilde mümkün olabilir. Orada sadece hissetmek yatar. Bugün insanın en temel sorunu hissedemiyor olmasıdır. Hissetmek için çırpınıyor, yeni yönytemler keşfediyor lakin ona dokunamıyor olmasıdır. Hissedemedikçe daha da sıkılıyor, daha da tüketiyor, daha da batıyordur. Kapitalistlerin tek suçu bundan yararlanmaktır. Ve hissetmeniz için size, daha da hissizleştiğiniz antidepresanlar yazıyordur. Mesela uyumanız için...Dzüenli uyumanın iyi olduğunu kim söyledi? Vücudunuz ne zaman uyayacağını tüm sağlıkçılardan daha iyi bilir, emin olun.  Ve siz gerçeklerden korktuğunuz, doktorun hikayesini sıkıcı bulduğunuz, 10 dakika inek gösteriyor diyip bu filmi izlememek üzerine geçerli bahaneler oluşturduğunuz  için, gönüllü olarak bu ilaçları alıyorsunuzdur. Tadı boktan bi şey olan alkolü bu yüzden tüketmekteyizdir. Tüm antidepresanlar ve uyuşturucular  bundan vardır.
(Marihuana hariç.  Bulunuz bu yazı)
   Her saatin iki temel ödevi vardır:  Bir: zamanın ne kadar da hızlı aktığını iki: zamanın geçmediğini göstermek. Evet; Tarr’ın dediği gibi özgürlük bir bakıma insancıl değildir: Özgürlük için varolan düzeni yıkıp yeni bir düzenin kıçına takılmak, ruhumuzun doğuştan prangalandığının kanıtıdır. aidiyet duygusu olmadan yaşayamayız. rastgeleliğimizi kabul etmek az da olsa aidiyeti reddetmek ve tanrının üzerine sifonu çekmektir.  Belki de ümit dediğimiz şey, sadece ve sadece  hala  bir şeyler istiyor olmaktır. Belki de o yüzden filmin ilk sahnesi, 10 dakika önce karısını düzdüğü Schmidt’e Futaki’nin “ merak etme ihtiyar, harika bir hayatımız olacak” demesiyle kapanır.
     Komünizmden yeni çıkmış bir Macar köyünün uçsuz bucaksız ovaları, bu ovaların sıradan insanları, bu insanların sıradan hikayeleri bizi ve hayatlarımızı anlatır. İster bir karıncayı avucunuza alıp saatlerce inceleyip kendinize bir göz atarsınız, ister Tarr’ın doktoruyla, köylüleriyle, inekleriyle dalga geçersiniz. Ama bilmenizi isterim ki; sizin hikayeleriniz de en az o kadar sıkıcı ve sıradandır. O yüzden filmin bende bıraktığı hazzı itinayla kendime saklamak yerine, bu yazıyı   yazmak istemişimdir. İneklerin sahnesinde kelimelik oynayanlar bana ukala zevzek desin, kıyıda kalmış bir kaç kişi ilk gördüğü karıcayı avucuna alsın, yeterdir.



    Unutmayın bu söylediğimi:  Bu hayat unutmak üzerine kuruludur.

    Not: bu yazıyı bir seferde yazdım. Sonra redakte ederim diye düşünerek. Şimdi yazı bitti. Ve ben kendimi ne yazdığımı okumak yerine- ki bunun bile bi önemi yok- capslock tuşunu ararken buldum. Çok utandım. O yüzden aceleyle yazılmış, yazmanın nafileliğiyle yazmak zorundalık arasında sıkışmış bir DOĞMUŞ olarak, yazıyı olduğu gibi, dilbilgisi, klavye, zihin hatalarıyla başbaşa bırakıyorum. Böyle olmalı, evet tam da böyle olmalı.

  Ha bu arada, merak etmeyin;  harika bir hayatımız olacak.

29 Mayıs 2015 Cuma

yekteran baydemir 4

  

Meraba; yine ben...

   Son yıllarda çevremde cereyan eden bi akım var: Pozitif anarşizm. Çevremin aydınlardan, sanatçı ve yazarlardan oluştuğunu söylemiştim. Bu insanları peşinden sürükleyen bu akımı elbette yakından tanımalıydım. Çünkü bir orman gibi kardeşçesine yaşayıp, o güzel atlara binip çekip gitmek şüphesiz her askerin vatani borcudur.
   Beni askere almadılar. Gözlerden ırak bir manastırda büyümemin toplum açısından daha faydalı olacağını görmüş olmalılar. Öyle ya, görmeseler demirin tuncuna- çok afedersiniz ama- insanın piçine kalırdık. Oysa öyle mi, elbette değil. Şimdi kenetlenme ve birlik olma zamanı. Herkes evinin önünü ya süpürecek ya süpürecek. Sunay Akın'ın başına gelenlerden ders çıkarmayana ben ne deyim. O kadar uyardım, yapmayın etmeyin siz kardeşsiniz, evlenemezsiniz dedim, bir türlü dinletemedim. Burda manastırın gözlerden ırak olmasının da payı yok değil elbet. Manastır deyince, Nazım'la yazışmalarımızı hala saklarım. Nazım, 1.82 boylarında, mavi gözlü, dalgalı saçlı hoş bir çocuktu. Yasaklı olduğu için bana Osman kod adıyla hitap ederdi, ben de efendim derdim tabii. Bana o güzelim Paris yıllarını, Jackie Kennedy, Albert Camus ve Michael Jordan'la olan derin sanat sohbetlerini anlatırdı. Sonradan Tom Cruise ve Madonna'nın öncülüğünü yapacağı bi akımın temellerini attığını bilmiyordu tabii. Aydınlanma! Her şey bu kelimenin altında saklıydı. Bunun anahtarı ise arınmada gizliydi. Nazım'ın mektuplarını karıştırırken ne çok 17 rakamı olduğunu keşfettim. Bana şifreli bir şeyler anlatıyordu Nazım, ve fakat ben kafayı sanata taktığımdan bunu bir türlü göremiyordum. Şimdi anlatacaklarım bir içsel yolculuk, bir arınma, bir aydınlanma hikayesidir ve yolu sevgiden geçen herkesi selamlar.
Yazarın notu: Bu yazı, bir gün tiyatro oyunu yapılırsa bu bölüm prolog olarak canlandırılsın ve sahne karartılsın. Bi de ışıkçı muhakkak Çağan Irmak olsun. Müziklerini kimin yapması gerektiğini söylememe gerek yoktur sanırım.
Hazırsanız başlıyorum.

  Geçen hafta, 3 haftalık bi aydınlanma turuna katıldım. 2 kişi her şey dahil 3000 dolardı. Gerçi ikinci kişiyi bulmakta zorlandım tabii. Bildiğiniz gibi çok geniş bi çevrem var. Sonunda bu 6 kişi arasında kelimelik turnuvası düzenlemeye karar verdim. Hepsi yenildi. Selahattin uygulamayı indirmem diye tutturduğu için hiç yenilmedi. O sebepten 3000 doları ödedim ve Selahattin'i götürdüm. Belki geri getirememi de peşin peşin söyledim, allah var.
   4 günlük zorlu bi yolculuktan sonra Kızılcahamam denen doğa harikası gizli cennete vardık. Otelimiz, merkeze 456 adım uzaklıkta, 2 odalı hoş bir aile işletmesiydi. Kayıt için kimlik istediler. Bir de ne görelim, Selahattin sen o telaşla kimliği evde bırak. Neyseki daha önce yazdığım yazılarda adından sıkça söz etmiştim. Açtım, yazıların aldığı 75 layk'ı gösterdim de Selahattin'in varlığına ikna oldular. Selahattin derin bi oh çekti ve bunu 3 turluk bi halayla kutladık. Parayı peşin aldılar. Hizmet kalitesini ordan hemen anladım tabii. Bizi, 2 odanın en güzeline yerleştirdiler. Oda, iki kişinin sırtsırta vererek dolaşabileceği kadar ferahtı. Sağda bi ranza solda da bi kapı vardı. Şüphesiz o kapı odaya girip çıkmak için kullandığımız kapıydı. Yükseklik korkum olduğundan Selahattin üste yerleşti. İlk gün 456 adımda merkeze ulaştık. 200 gram darulfülfül ve bi çalı süpürgesine 173 tl ödemenin verdiği mutlulukla otelimize döndük. Akşam yemeği için hazırlandık. Bu aydınlanma programının önemli aşamalarından biri de bedensel detokstu şüphesiz. 3 haftalık bu programda hem bedenen hem ruhen bambaşka biri olacağımız garanti edilmişti. Gerçi ben kendimden memnundum, lakin Selahattin biraz değişse fena olmazdı hani. Laf aramızda, iyi çocuktu hoş çocuktu buğday tenliydi falan ama, bir takım sıkıntıları olduğu gül gibi meydandaydı. Akşam yemeği için bi kase az yağlı tavuk yoğurdu ve bi ekşi elma getirdiler. Ben noolur noolmaz diye elmamın yarısını olası bi orkestra provası için cebime attım.
   Ertesi sabah 7'de lobide buluştuk. Ben, Selahattin, Arman adında bir çocuk ve otelin sahibi. Arman, 1.72 boylarında tuhaf tenli, buğday boylu bi çocuktu. 17 -39 yaşları arasında olmalıydı. Programa neden katıldığını ne yapıp edip öğrenmeliydim. Bu düşünce bile boynumdaki tüylerin ürpermesine yol açtı ve oldukça şehvete kapıldım. Lakin hemen amacımı hatırlayıp kendime geldim tabii. Otel sahibi, Arman' a bi şeyler söyledi. Sonra da üçümüz patikaya doğru yola çıktık. Patika, 1.347 boylarında, engebeli ve zorluydu. Tam tırmanışa geçecektik ki Arman, bi ağacın dibinde uyuklayan eşekli adama seslendi:
- Tahsin abi!
Tahsin Abi, 1.78 boylarında, dolgun kalçalı, buğday tenli eşekli bi abiydi ve hem abi olduğu hem bir eşeği olduğu her halinden belli oluyordu. Arman eşeğe binmemiz gerektiğini söyledi. Biz de bindik. Patikanın 234 adımlık bölümünü eşeğin üzerinde ruhumuzu arındırarak geçtik. Allahım sana şükürler olsundu. Bu tecrübe ile, eşeğin yanında ne kadar şanslı yaratıklar olduğumuzu idrak ettik. En çok da Selahattin... Gece boyu süpaneke okudu durdu. Akşam yemeğinde az yağlı bi tavuk yumurtası ile yarım elma yedik. Daha ilk günden arındığımızı hissediyorduk.
  
 İkinci gün Arman bizi merkeze götürdü.
- Selam Macit. Bize 2 oralet.
Macit; 1.83 boylarında diri vicutlu, yanık tenli, yapılı, hoş bi çocuktu. Sahibi olduğu dükkan, çivili köpek tasmaları, semaverler, halatlar, lokum ve keçe satılan ilginç bi dükkandı ve muhtemel 4.40 a 5.30 ebatlarındaydı. Oralet, sıcak içilen bir içecekti. Tadı bir sebzeyi anımsatıyordu. Ömrümün geri kalanını bu sebzenin ne olduğunu aramakla geçireceğimi o zamanlar bilemezdim tabii. Hayat sürprizlerle doluydu. Selahattin nedense içmedi. Arman bizi orda bırakıp 7-8 saat sonra döneceğini söyledi. Allahım, bugünün sınavı neydi? Sabırsızlıktan yerimde duramıyordum. O gün güneşin altında fazla kalmış olacağız ki akşam yemeğinden sonra hemen uyuduk. Akşam yemeğinde az yağlı bi bardak tavuk sütü ve yarım armut vardı. Gece terden sırılsıklam uyandım. Atletim ıslanmış ve meme uçlarım oldukça belirginleşmişti. Selahattin dedim, uyan. Olay armutta, anlıyor musun?
Üçüncü gün tatildi. Otel sahinin hanımı bize şifalı otlardan yapığı gözleme ve tam yağlı ayran ikram etti. Bizle birlikte çoluklu çocuklu bi kalabalık da yedi gözlemelerden. Topluma ne denli faydalı olduğumu resmen görüyordum...
Dördüncü gün bizi termal denen bi havuza götürdüler. Her halinden hititlerden kalma olduğu belli olan bu havuz, buram buram tarih kokuyordu. Arman, bu tarih kokusuna verilen adın kükürt olduğunu söyledi. Yaşasın, bir arkadaşım daha olmuştu. O tarihi suda 11 saat geçirdikten sonra Cervantes'i, daha da önemlisi Don Kişot'u daha iyi anlıyordum. Aydınlanmanın doruğundaydım ve nefsime hakim olmakta zorlanıyordum.

  Beşinci gün üç haftanın dolduğunu söylediler. Ne de çabuk geçmişti zaman...Selahattin'le eşyalarımızı topladık ve otel sahibiyle vedalaştık. Nasıl döneceğimiz konusunda Arman bize yardımcı olacaktı fakat, yeni tur müşterilerini karşılamaya gitmişti. Bir an gözlerim doldu...Merkeze kadar yürüdük. Bir minübüse bindik. Şoföre 100 tl uzattım, iki kişi dedim. Şoför aynadan bana tuhaf tuhaf baktı ve paraüstü olarak 7 tl verdi. Selahattin'e göz kırptım.

  4 gün son nihayet bambaşka insanlar olarak evdeydik. Girer girmez telefon çaldı. Arayan Kemal Kılıçdaroğluymuş. Aydınlandığımı duymuş olacak ki geç şu partinin başına otur diye tutturdu. Dedim olur mu, sanatçıyım ben. Cevabını beklemeden hemen kabul ettim tabii.
Merak etmeyin, yazıcam yazıcam.

not: yekteran bir yiğit özgür karakteridir.

yekteran baydemir 3

 
  
 
    Meraba; ben cErEpE başkanı Yekteran Baydemir.

   cErEpE, sol tarafta oluşan yeni bi oluşum. Selahattin, Zafer, Hamdi, Ayfer Abla, Kocası Akif Abi, Ben ve cehepe adında pek tanınmayan bi partiden ihraç ettiğimiz Kemal Adlı bir genç tarafından kurulmuş bir parti. cErEpE'nin açılımını merak ettiniz tabii. Açıkçası ben de pek bilmiyorum. Bir bayram sabahı ezanla birlikte cErEpE diyerek uyandım. Önceleri Acun Ilıcalı'ya satmayı düşündüm. Acun aramıyınca bu işte bi bit yeniği olduğunu anladım tabii. Ama endişe etmeyiniz, ekibimle bu konudaki çalışmalarımız haldır küldür sürüyor.
  
   İyi de cErEpE kimdir, neyi savunur, ne yer, ne içer, en sevdiği renk hangisidir dediğinizi duyar gibiyim. Hatta resmen duyuyorum. O yüzden sabahın beşinde kalktım Anıtkabir'e geldim. Atamın huzurunda and içip aslanlı yoldan manifestomuzu halka duyurmak için. Süregiden bu sistemi değiştirebileceğimi şıkk diye anlamış olacaklar ki, almadılar. Tabii hemen Ulusal tv'yi aradım. Hemen geliyoruz bekle dediler. Oniki saattir bekliyorum, herhalde trafiğe takıldılar. Ben de onları beklerken seçim programımızı sesli okiyim dedim. Hatta bi baktım okuyorum.
cErEpE; kadın, kedi, süzgeç, çekiç, Selahattin demeden herkesi kucaklar. Burda bazılarınızın çekiç herkes diildir dediğini duyar gibiyim. Sorarım, peki süzgeç ne!
  
  Tanıştırayım bu Kemal, partimizin olmazsa olmazı. Kemal, 1.78 boylarında, buğday tenli, dar kalçalı bir çocuk. Dediğine göre büyük büyük dedesi Hun İmparatorunun gözdesiymiş ve oldukça dolgun kalçaları varmış. Ben anneme çekmişim der durur sıklıkla. Partimizin temel amacı kucaklamaktır, onu baştan söyliyim. Kürt, Türk, Ermeni, Boy George demeden dolgun kalçalı vatandaşlarımızı kucaklamak ve muasır medeniyet sevyesine bir an evvel ulaşmaktır hedefimiz. Pek tabi ki Akdeniz üzerinden. Muasır medeniyet sevgisi dediğin öyle kolay lokma değildir. O sebeple biz de bir takım önlemler aldık elbet. Bu önlemleri alma girişimimize "Tevfik", almamıza ramak kalmasına "Ramak" demeye karar verdik ki, işin hangi aşamasındayız karıştırmayalım.
Bu Kemal iyi bir çocuk. Tanıştığımız gün beni çok etkileyen bir hikaye anlatmıştı. Onun önemini daha o sn idrak etmiş ve bırak bu cehepe'yi bize katıl demiştim. O gün bana demişti ki:
- Bir gün Aziz Nesin'le konuşuyoruz Yekteran'cım, -o zamanlar senin de tahmin edebileceğin gibi hala sağ-eğildi kulağıma dedi ki:- Kemal geç olmuş, hadi sen eve git, merak ederler. İşte o gün siyasete atılmaya karar verdim. Bu olay beni derinden etkiledi çünkü Aziz Nesin benim de dostumdu ve bana bir kez bile böyle bir şey söylememişti. Aşkolsundu. Kemal'i o sebeple başkan yardımcısı yapmadım şüphesiz. Bunun sorumlusu o dar ve diri kalçalarıydı ve zaman kimbilir bize ne oyunlar hazırlıyordu.

  Ayfer Abla'yı genel sekreterim yaptım. Seçimi kazanırsak "ikizlere takke"adı altında bir bakanlık kurup, onu da bayındır barajına bağlıycam. Böylelikle nice Ayfer Abla'ların kanı da yerde kalmıycak, içiniz rahat olsun.

  Dün Amerika'dan aradılar. Ben Fazıl sandım açmadım tabii. Sonra baktım ısrar ediyo, Selahattin'e aç evde yok de dedirttim. Meğer arayan Fazıl değilmiş. Zaten içime doğmuştu. Hello dedim. Adam zayıf bi ingilizceyle halimi hatrımı sordu. Sonunda bizim partiye 700 milyon dolar bağışlamak istediklerini, karşılığında kürtleri o kadar da kucaklamamız gerektiğini söyledi. Tabii hemen kabul ettim. Zaten ben kürtleri pek sevmem. Hepsi köpek katili. Gerçi köpekleri de pek sevmem.
Eğitim şart tabii. İktidara geldiğimizde bütün üniversite mezunlarına diploma vermeye and içtik. Bu sebeple her ile 453 üniversite ve 2 hoca atamayı taahhüt ediyoruz. Bu Akif abinin fikriydi ve boyundan beklenmeyecek kadar parlaktı.


  Sonra sağlık... Her vatandaşa yılda iki kez çekyat hizmeti sunacağız. Dileyen vatandaş dilediği istikbal dükkanına gidip 3 saat uzanabilecek. Bitti mi sandınız; yooo, yılda bir kez kuduz aşısı, vatandaş başına bi paket ıhlamur da cabası.
Yaşlıları Tunceli, Diyarbakır ve Hakkari'ye yerleştirmeyi düşünüyoruz. Hedefimiz genç nüfus, dinamik ulus. Aileden sorunlu çalışma bakanlığı üstlenecek bu görevi. Tabii monopoli oynamayı bilmeleri ve ayda 16 kez ıspanak yemeleri önkoşuluyla. Böylelikle olası bir Kürdistan Cumhuriyeti kurulursa 3-5 sene içinde soyları tükenecek. Bu fikri bulana kadar kaç şınav çektiğimi tahmin bile edemezsiniz. Meğer yıllardır barınaklarda uygulanan bir metodmuş. 569 şınavın üstüne Akif Abi gögüslerimi elleyip, Yekteran sen de bi değişiklik var dedi. İyi mi, kötü mü Akif Abi dedim. Ve bunu derken gögüs uçlarım çoktan belirginleşmişti.
Peki ya sanat dediğinizi duyar gibiyim. Sanatsız bir toplum düşünülebilir mi, pek tabi ki hayır. Kültür ve Tarım Köy İşleri Bakanlığımız her eve bir Fazıl Cd'si, bir çift banyo terliği ve iki avokado temin etmekle yükümlü. Tarım işçilerini zehirleyip, köylüleri kiloyla ihraç edeceğimizden halkımız kısa sürede elitleşecek ve çocuklarımız bundan bir kaç yıl sonra pek tabi ki Winterreise mırıldanmaya başlıycak. Ben zaten fakirleri oldu bitti sevmem. Kapıcılık da yasaklanacak. Bir Türk asla kapıcı olmamalı. Gönüllü ailelere bir Kürt, bir polis ve bir travesti yerleştirilecek. Polisin görevlerini bir başlık altında toplamaya çalışıyoruz.
   Aybaşlarını 3 e çıkardık. Her ay üç kere maaş alacak olan vatandaşımızın maaşından tüm dış borcu kapatacak bir bütçe yarattık. Maaşın 2/3 ü sigara parası, cep harçlığı, biber gazı vergisi , acun ılıcalı sevgisi olarak devlete tahsis edilecek. Her orta gelirli aileye zorunlu sağlık sigortası yapılıp, gerektiğinde holter takılacak. Askerlik paralı olacak. Bundan sonra öyle her isteyen elini kolunu kaptırıp askere gidemeyecek. 16 ay askerlik yapacam diye tutturandan 36.000, 8 ay'a da razıyım noolur abi diyenden 12. 000 tl alınacak. Cumhurbaşkanlığı köşkü halka açılacak. Adını yazdıran herkes sırayla Cuhmurbaşkanı olacak ve memleketteki bu kaos ortamı son bulacak. Devlet Bahçeli'den sorumlu bi bakanlık kuralacak. Yollar tek şerite düşürülüp, diğer şeritler Yunanistan'a kiralanacak. 23 nisan, 19 mayıs, 29 ekim yurtta ve dış temsilciliklerde nasıl çoşkuyla kutlanıyorsa, Kamil Sönmez Ölümsüzdür şenlikleri de aynı çoşkuyla kutlanacak, kutlamayan Siirt'e sürülecek. Böylelikle Kamil Sönmez sevmeyenler tek tek ayıklanacak. Emeğe saygı!
Leblebi tozu, kaymaklı bisküvi, bitlis sigarası üretimine başlanacak. Her tatil beldesine bi nükleer santral yapılıp, buralara 1278 santral memuru atanacak. Sivas, Kütahya, Konya'ya deniz yapılacak bu beldelerimiz il olacak. Gerekirse bu iller Trakya'ya taşınacak.


   Ya işte böyle değerli vatandaşım. Yine iş başa düştü. Kendim için bir şey istiyorsam namerdim, lütfen oyuna sahip çık ve yüreğinin götürdüğü yere git. Ne demişler bir lisan bir oy!


Not: Yekteran bir Yiğit Özgür karakteridir.

yekteran baydemir 1

     Meraba,
 
   Bunları yazıyorum çünkü Yaşar Kemal benim dostumdu. Orhan Pamuk benim dostum değildir. Aziz Nesin ben çocukken bize gelirdi. Bir gün bana dedi ki- 30 yıl önceymiş gibi anımsarım- bak Yekteran, senin adın Yekteran benim adım Aziz. Yani ikimizden
birine Mustafa diye hitap etmemize gerek yok. Daha o zaman kıvraklığıyla ve buğday teniyle avcunun içine almıştı beni. Çok iyi bir yazardı o sebepten. Pek tabii ölümünden sonra çok iyi dost olduk.
Mustafa Balbay benim dostumdur ve çok iyi birisidir. 2 kez çay içmişliğimiz var. Ben ikinci buluşmamızda14 çay içmiş ve dostluğumuzu pekiştirmiştim. Hapse girince -pek tabii imkansızlıklardan dolayı-hemen ben de hapse girdim. Tüm yanmış, bombalanmış yazar, çizer tayfası benim yakın dostumdur. Öldükleri için değil, ölmelerinden önce dost olmuştuk biz hep. Tabii Aziz hariç.
    Geçen ay Cumhuriyet gazetesinden aradılar. Dediler gel şu gazetenin başına geç. Tabii hemen kabul ettim. Ertesi gün arayıp kabul etmek için iki şartım olduğunu söyleyip kapattım. Merak etmiş olacaklar ki bir hafta sonra aradılar tabii. Faruk'a da bi iş ayarlamalarını, memleketin geleceği için elimizi kayanın altına sokarak Kelebek ekini 38 sayfaya çıkarmak gerektiğini söyledim. Tabii hemen kabul ettiler. Seneye kısmetse başlıyoruz. Ah ne aptalım, fak mi. Faruk da kim dediğinizi duyar gibiyim. Hatta resmen duyuyorum. Faruk, benim dostumdur. Aynı zamanda Selahattin'le, çocukluk yıllarından beri Cumhuriyet gazetesinin Kelebek ekini 38 sayfaya çıkarma hayallerimize verdiğimiz ad'dır. Kendisi gelemediği zaman yerine Zafer'i yollar. Zafer, 1.98 boylarında, ufak tefek, buğday tenli, allaha inanan temiz bir çocuktur. Lakin ben din ve devlet su işlerinin birbirine karıştırılmasına karşıyım. Neden dediğinizi duyar gibiyim. Hatta resmen duyuyorum. Pek tabi ki çok basit bi sebepten: Çünkü ben allah'a inanmıyorum. Ama bir güç olduğu, bu evreni birinin tasarladığı açık! Zaten gazetenin başına da bu prensiplerimden dolayı geç otur dediklerini düşünüyorum.
Bazen aynanın karşısına geçer saatlerce burnumu inceler ve noolucak bu memleketin hali derken bulurum kendimi. Sanatçı olmasam bunların hiç biri olmazdı. Daha da kötüsü-düşüncesi bile korkunç- Kelebek eki procesi suya düşerdi tabii. Selahattin bunun olmasına yani benim sanatçı olmamama asla izin vermediğinden dostumdur; yandığı için değil.
    Geçen gün Fazıl aradı, açmadım. Meğerse arayan Fazıl değilmiş, iyi ki açmamışım. Ama tabii o zaman ben bunu bilmiyordum.
    Gazetenin başına geçer geçmez her fakire bir singer dikiş makinesi ve internet bağlantası dağıtcam; bunu da buraya yazıyorum.
    Yiğit Özgür benim dostum değildir. Ama bir kaç kez olmasını isterken yakaladım kendimi. Dur bakalım, daha genç. Belki yakarlar.

    Aziz Nesin benim dostumdur. Yekteran ben.

yekteran baydemir 2

Meraba, yine ben.
Hatırladınız tabii, Yekteran...
Uzun zamandır turne turna geziyordum. O sebepten olacak ki, bir türlü kafamı toparlayıp yazamadım. Hayır, kafamı toparlasam kıçım bok yeme otur diyordu. Zaten biliyorsunuz ki, bir çok özelliğe sahip olan kafam kocamandır ve çabuk karışır. Ah bu Senegal yok mu...
Biliyorsunuz en son Cumhuriyet gazetesinde işe başlıyacaktım. Sonra bir düşündüm ki, - evet, şaşırtıcı ama hala düşünebiliyordum- bu insanları benden mahrum bırakmak, yani Tonguç olacaktı. Ben de hep birlikte sanatçı olmaya karar verdim ve uçağa atladığım gibi soluğu Portekiz'de aldım. Neden Portekiz diyeceğinizi tahmin ettiğimden pek tabii aynı gün geri döndüm. Hayat bir macera değil midir zaten. Ünlü fransız Bavyerası bestecisi Mahler, hemen hemen tüm eserlerini bu tema üzerine kurmuştur. Hemen hemen diyorum çünkü topu topu 2 bestesi vardır. O sebeple camiamızda Mahler'e kısaca hepitopu demeyi tercih ederiz. Mahler 1.79 boylarında, saçlarını karbonla boyayan açık tenli hoş bir çocuktu. Gençliğinde voleybolcu olmak istemiş ve koyu bir katolik olan babası ille de Ayfer olacaksın diye tutturmuş. Mahler de evden kaçıp besteci olmuş ve o gün saçlarını karbonla boyamaya and içmiş. Besteleri bunu anlatır. Pek tabii Selahattin her zamanki gibi haklıydı, benim de sanatçı olmak için evden kaçma zamanım gelmişti. Selahattin'i tanıyorsunuz, ama o yanındaki kim dediğinizi duyar gibiyim. Hatta resmen duyuyorum. Tanıştırayım, bu benim yeteneğim Cüneyt Batur. Kendisi genetiktir ve kalıcıdır. Ayrıca doğuştan sarışın ve buğday tenlidir. Şekerim yükseldiğinde yerini Cavit'e bırakır. Cavit, 1.03 boylarında, atletik yapılı, esmer bir çocuktur. Çengel burcu olduğundan pek anlaşamayız. Atatürk rozeti satarak geçimini sağlar. Bi rivayete göre aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğunun da kurucusudur. Demek o zamanlar adı Osmanmıştır. Neyse, bir sabah senfoniden aradılar, öyle başladı her şey. Dediler geç otur şu orkestranın başına. Dedim, olur mu, sanat ciddi bir iştir, memleket yönetmeye benzemez. Dediler, sende bu yetenek ve Cavit varken... Dedim ben orkestra çalmayı bilmiyorum; çat pat viola, çıt pıt da piyano...Israr ettiler. Baktım olacak gibi değil, peki dedim. 19 gün sonra büyük bir heyecanla uyandım. Tabii hemen frakımı giydim, iki yumurtalı omletimi yedim, Cüneyt'i ve yarım elmamı çantama atıp çıktım. Tam taksinin kapısını açıcam, bir de ne göreyim, hala evdeyim. Tabii hemen uyandım duruma , Cüneyt'i ve yarımelmamı çantama atıp çıktım. 6 günlük zorlu bir yolculuktan sonra işyerimdeydim. Dediler bu hafta Türk bir besteciyi icra edeceğiz. Cüneyt'e hayhay demesini söyledim. Bir de ne göreyim, Cüneyt yerine o heyecanla fritözü getirmişim. Fritöz, 34 cm boylarında, buğday tenli ve konuşkan olduğundan Cüneyt'le karıştırmam pek tabi ki normal. Hadi bunu karıştırdım, yanlışlıkla elmanın diğer yarısını getirmeme ne buyrulur...!
Durumu çaktırmamaya çalışıp, şekerimin düşmesi pahasına elmayı yememeye karar verdim. Her an rezil olabilirdim. Sanat ortamı acımasızdır, bir kez dile düştünüz mü ömrünüzün sonuna kadar halay çekmekle cezalandırılırsınız. Öyle yoruldum, uyuyim falan hakgetire. Hakgetire aynı zamanda benim kan şekerimin düşmesine verdiğim addır. Burdaki hakgetireyle isim benzerliği vardır lakin babaları ortaktır. Ah ilahi, kafanız karıştı di mi, işte yavaş yavaş sanatı solumaya başladığınızın göstergesi. Düşünün siz bu haldeyseniz sanatçılar ne haldedir. Hele eşleri, çocukları ve teflon tavaları; düşüncesi bile korkunç. Sanat insanın ruhunu besleyen en önemli vitamindir. Öyle ki almazsanız kan şekeriniz düşer ve bi süre sonra delirebilirsiniz. İşte bu aşamaya sanatçı olmak diyoruz. Sanatçı olmanın türlü zorlukları yanında, yuvarlak ve dolgun kalçaları vardır. Sanatçılar sabah erkenden işe başlarlar ve bir maden işçisinin 3 günlük enerjisini yarım saatte harcarlar. Genelde ılıman iklimlerle yaşar ve toplu hareket ederler. Senede iki kez göç eder, 3,5 kez atarlanırlar. Bunlardan 3 tanesini bir arada görürseniz kafanıza kuş sıçmış gibi hemen gidip bilet alınız. Çok imkansızdırlar, çünkü sanatçıdırlar. Eskiler derler ki, bir sanatçı 7 mercimeğe bedeldir. Düşündükçe ne kadar haklı olduklarını daha iyi anlıyorum. Neyse, sonunda beklenen an geldi ve ben iki muhafız eşliğinde podyuma çıktım. Meğer koro da varmış. Daha ilk ölçüde koronun solfej bilmediğini hemen anladım tabii. Dedim eseri ya korosuz yapcaz, ya da bunlar arada solfej öğrencek. Hemen tırstılar tabii. Aradan sonra orkestraya la verdiler, akordumuzu yaptık ve başladık eseri çalmaya. Bir de ne göreyim, ikinci keman grup şefi Filiz Akın. Tesadüfenin böylesi cidden her insana kısmet olmaz. Konserin solisti benden az alkış aldığı için biraz bozuldu tabii. Şimdi oturmuş çalışma odamda kritikleri okuyorum. Bir yandan düşünüp bunları yazarken, bir yandan da Filiz'e cilveli selanik bir süveter örüyorum. Filiz benim tüm sanatçılar gibi dostumdur ve koyu bir Mersinidmanyurdu taraftarıdır. Anlıycanız sanatçı olmak öyle kolay iş değildir. Bu sebeple koroyo 2 yıl tatil verdim. Dedim; gidin pamuk tarlalarında çalışın, solfejinizi güçlendirin. Koro 1.86 boylarında, yapılı, hoş bir çocuk. Tek kusuru la'yı sürekli tiz vermesi. E tabii koca piyanoyu baştan akort etmek gerekiyor ve ortalık cuma iken pazartesiye dönüyor. Yeri gelmişken, müzikte bu aşamaya allegro ma non troppo denir, bunu da belirtiyim. Pek çok sanatçı dostum vardır ve yarısı buğday tenlidir.
Pardon... Bakar mısınız... Kimse yok muuuu...Çıkmak istiyorum ben.
Not: Yekteran bir Yiğit Özgür karakteridir.

18 Mayıs 2015 Pazartesi

sekmeler-Gustav 5 /adagietto ve bir tekne üzerine çözülmeler 30 Ağustos 2012, 03:38





    Sözcüklerin duyguya yetişmesi olanaksız değildir;  tersine, sözcükler duygulardan tamamen farklı şeyler anlatır. Özgürlüğün ne olduğunu bilmesem de, ne olabileceğinin hayalinin peşinde ısrarla koşuyorum. Gerçek’le gerçeklik arasındaki bu uçurum neredeyse öldürecek beni... Ama ayağıma kadar uzanan ve sonrasında geri çekilen dalganın, hırpaladığı kum tanesine göre üstünlüğünü kabul etmek zorundayım. Ta ki, gel-git’i düşünene dek... Biliyorum ki, bu iflah olmaz romantizm beni bir çerçevenin orta yerine mıhlayacak. Gel-git’in kellesini de  ay, güneş, evren kesip alacak. Ve evrenin bir nihayeti olmadığı noktasında çakılı kalacağım. İyisi mi, bir insan olduğumu hatırlayıp( sık sık unutuyorum) dalga ve kum tanesi hiyerarşisine geri dönmek. Sonra denizin üzerinde salınan şey- denizin üzerinde duran- bir yerlere yalnız gidemeyen şu tekne? Durgun bir şey değildir ki yaşamak, üzerinde zamanı taşır. Zaman, yaşamın üzerindelikle ilgilenmez; yaşam zamana, biz yaşama  sırnaşır, böylelikle kendi etrafımızda dönen  haklı bir ontolojik dizin oluştururuz. Tekne gibi, zamanın içinde çarmıha gerilip, zamanın gözümüzün önünden aktığını ve sündürüldüğümüz gerçeğini unutup, denizi ve bunu yaratan dinamiğin ne olduğunu dışarda bırakarak, salındığımız gerçeklikte  teselli buluruz.
Dinginlik; doğmakla kaybettiğimiz ve ömrümüzün çoğunu aramakla geçirdiğimiz büyük yorgunluk...Gerçeklik...O uzun boylu, renkli gözlü, güzel, başarılı sarışın: Gerçeğin dil’e sıkıştırılmış, dev egolarımız ve  küçük kulaklarımızla mırıltısını işittiğimiz sayısızıncı yankısı... Ona yaklaşmış olma yanılgısının içimize bıraktığı avuntu ve bu avuntudan canı sıkılanların bir gerçeğe baktığı halde onu bir türlü göremiyor ve göremeyecek olmasının verdiği usanç... Elektriksiz bir dönmedolap...Güzel ve  çirkinin gerçekte  ne olduğunu hiç bilmeden, birinden tiksinip, diğerini kovalama melankolisi …Bir tekne olarak doğmuş olmanın bize sunduğu  ve heyecan verici bulduğumuz  maceranın, birilerini götürüp getirmekten  ibaret olmasının verdiği acı... Aynı acı'nın podyum değiştirip denizin devinimine katkımız varmışçasına kangren bir yaraya pansuman etkisi... Sadece bir dalga olmaya niyetli  bir dalganın, bizi yükseltip, geri dönüşüyle aşağı çekmesine saldırganlık göstermenin, doğa üzerinden loto oynayıp  ölüme kafa tutmakla açıklanır olmasının  gülünç sadeliği…Hayatı sırf bir nihayeti olduğu için sürekli bıçaklıyor olmamız... Bunun, bizi yasalar önünde katil yapmıyor olmasının verdiği güç ve güven duygusu... Cinnet geçiriyor olduğumuzu kabullenemeyip, doğmuş olmak mutsuzluğunu “edinerek” geçiştirme gafletimiz...Gerçekte tekne yerine deniz olmak hevesimizi denize ana avrat dümdüz sektirerek geçiştiriyor olmamız...Denizin varlığını ve devinimini şans olarak adlandırmamız. .. Yaşamak arzusunun, yine bizler, öncekiler ve sonrakiler tarafından şekillendilen ve şekillendirilecek olan kavramlar- sınırlar dahilinde,  asla doymayacak ve aynı zamanda yok edilemeyecek olmasının verdiği çaresizlik... Bu çaresizliğin aynı anda yaşamın  tek mutluluk umudunu taşıyor olması... Bir kuşun kanat çırpması kadar doğal olan doğumu ve ölümü kavrayamadığımız için, hayatı gözden düşürüyor ve kaçırıyor olmamız...    
Bunları gün içinde  üst üste dinlediğim Gustav 5- adagietto’nun tetiklemesi ve  gelip giden dalgalara baktığım için yazdığımı sanıyordum. Sonra, aralarındaki derin benzerliğe ve uyuma takıldım. Bu bölüm, baştan aşağı doğum, yaşam, yükseliş, çöküş ve teslimiyet karmaşası içinde- güneşin batışı kadar başına buyruklukla eşdeğer- yeniden ve yüzsüzce doğuşunu, denizin deviniminin hayatla  sade bir biçimde eşleştiğini işaretliyor. Gustav, bir deniz kıyısında  zamana siktiri çekerek ( ki bunu daima  bize "zaman" yapar!) sayısız saatler içinde, bu gelip giden sayısız dalgaya bakarak; bu fazla renklilik ve hareketin  mide bulandırıcılığını, sonra renklerin solduğunu, sonra yeniden ışıdığını, nihayetinde  tek bir rengin bile gerçekte varolmadığını, varolmak için büyük  savaş verdiğimiz “görmek ve bilmek” arzusunun tatmin edilmesinin imkansızlığını, insanın doğa içindeki sürüklenişini- çaresizliğini, özetle insanın uçamayan bir kuş olduğunu görmüş olmalı...Yeteneğin, güzelliğin, eksikliğin, iyiliğin, kötülüğün, doğru ya da yanlışın değil, sadece doğmuş olmanın verdiği yorgunluğun o suskunluğa, dinginliğe ölmekten önce ulaşmanın, bu dinginliğin küçük bir parçası olmayı kabul etmenin ve hayalgücünün aslında gerçek olanı "bilerek" dışarıda bıraktığını kavramanın sadeliğine bir selam çakıp, bu bölümü bu güzelim yorgunluğu kutsamak adına yazmış olmalı... Gustav ‘ın eserinin bu bölümünü, Morte a Venezia’dan dolayı mı şekillendirip sevdiğimi, bu bölümü sevdiğim için mi Morte a Venezia’yı baş tacı ettiğimi gerçekte  bilmiyorum. Gustav ne için yazmıştı, onun bildiğinden de şüpheliyim. Ancak gerçeği aramak yolunda gerçekliklere razı olmanın,  insanın kaderi olduğuyla yüzleşmiş olduğu  yönünde güçlü hislerim var. Dil ‘in ve anlam'ın içine bu kadar düşüp kaybolmuşken, hala bir gerçeği - üstelik içinde hiçbir eğlence barındırmayan bu gerçeği- kovalamaktansa "gerçekliklerle" oyalanıyor, yaşam formunu oluşturuyor ve bunu kabul etmekle değer kazanıyor  isek, kendi hikayesini olmak istediği kahramanın ağzından anlatan şizofrenler olarak kalacağız demektir.
Benim bu eseri neden sevdiğimi kendi kuytularımda bile sondajlayamıyor olmamdan ise şu sonuç çıkar ve bu hayatın bana göre resmidir: Yukarda yazdığım Gustav-Visconti-ben üçlemesindeki 3. çarpan olarak ben, içime düşen şeyin ne olduğunu anlamlara takılmadan çözemiyor ve göremiyor isem, bu üçlemenin ilk ikisine tanık olmamış, düşünmemiş olan, yalnızca  yazdığımı okuyan 4. çarpan, bırak gerçeğe yanaşmayı, benim, Gustav’ın ya da Visconti’nin bendeki iz düşümü ile yola devam edecek ve sadece benim "gerçekliğimle" yetinecektir. Böylece çok düşünen insanların gerçeğe yanaşma yolunda kaybettikleri gerçeğin gerçek düşmanı olan ve  gittikçe bulanıklaşan gerçekliklerle her şey daha da  çoğalıp, ufalacak demektir. Bu yüzden her bireyin zihninden geçen her düşünce ve onun diğer düşüncelerle çarpışıyor olması, en azından bulanık gerçekliklerden ziyade, gerçeğe ulaşma yolunda mazereti olan gerçeklikler olarak yola devam etmek zorundadır.  Gerçekten ziyade gerçeklikle kendince tanımladığı o modern  hayatı sürdürebilir  noktasına erişebildik ve orda soluklanıyor isek, yerküre daima benzer insanların benzer şekildeki yaşamlarıyla dolup boşalacaktır; bunun tek ve haklı tanığı olan zaman’a siktiri çekebilecek cesareti taşıyan insanlar, gerçeğe ulaşamasalar dahi, gerçeği aramak macerasının, bir tekne olmaktan ziyade bir kum tanesi, ya da bir dalga olmakta yattığını kavrayacaklardır. Ve  bunun dışında kalan ve evrenin kendisiyle yakın bir bağı olduğunu düşünen çoğunluk ise,  güneş'in deniz üzerindeki  her batışını kendi rakı kadehleri, şiirleri, aşklarıyla ilişkilendirip, yarın onlar için doğacak olmasının büyük emniyeti ve güveniyle rahatça uyuyacak ve yaşamı böyle adlandıracaklardır. Sanki güneş evren'in, onlar da  güneş'in umurundalarmış gibi….

17 Aralık 2014 Çarşamba

Kış Uykusu/ Nuri Bilge Ceylan


     Bu film hakkında, bilerek, insanların yorumları ve ödül alması dışında hiç bir  bilgiye ulaşmadım, aksine çıkan eleştirilerden bilhassa uzak durdum. Lakin izleyenlere sormadan edemedim, çünkü, filmi izledikten sonra öncesinde dinlediğim o yorumlar, insanları değerlendirmek, kavramak, anlamak adına iyi bir veri tabanı oluşturur ve ben bu puştluğu sıklıkla yaparım. Böyle yankı bırakan ve üzerinde çok konuşulan yapıtlara önyargısız yanaşmak ve bende bıraktığı ham duyguya erişmek istediğim için, bu bilgileri bir yere depolar ve çoğu zaman içinde yaşadığım toplum adına referans noktaları oluşturmak için kullanırım. Mesela bundan iki yıl sonra bi yerlerde kahve içip, alakasız bir konuyu tartıştığımızda, bu bilgi kendiliğinden önbelleğe geliverir. Faydalıdır, daha az yorulursunuz aklınızda bulunsun.
    
     Neyse, konumuza dönelim: Filmle ilgili bilgi edinmediğimden hayranlıkla takip ettiğim senaryonun, filmin sonunda Çehov hikayelerinden esinlendiğini görmek, Nuri Bilge ve Ebru Ceylan'ı alnından öpmek arzumu biraz söndürdü açıkçası. Ancak uzun uzadıya düşünülürse yine de derli topluluğu, sadeliği ile iyi bir esinlenme, derleme olduğu söylenebilir. Şu bir gerçek ki, metafizikle ve psikolojiyle yakından ilgilenen insanlar bunlar: İnsanı, onun durumlarını okumayı çok iyi öğrendikleri açık. Yoksa Çehov'dan her esinlenen yardırırdı, di mi ama. Film sözü edildiği kadar iyi bir film mi, bilemem. Onu uzmanlara bırakıyorum, yani Türk Halkına :)  Ancak senaryo gerçekten övgüye değer. Ve sanki sinemadan çok tiyatroya yaraşırmış gibi de bir izlenim bıraktı bende. Film, insan psikolojisi, ontoloji ve felsefeye ilgi duyanlar için durum komedileri üzerinden insanın trajedisini anlatıyor. Bu konulara yabancı olanlar içinse ne anlatıyor, bilemedim. İdealin gerçeğe yenilmesi ve gerçeğin ideale yenilmesi birlikteliğinden çıkan traji- komik şablonların bir kaç insan üzerinden sade anlatımı kimin ne kadar ilgisini çeker, bundan kim haz alır, kim sıkılır tahmin yürütebilirim elbet. Bu sebeple Nuri Bilge'nin filmini sinema üzerinden eleştirmek yerine seyirci, yani filmi hayata geçiren dinamik üzerinden değerlendirmek isterim. 
 1- Diyaloglar çok uzun ama film güzelciler: 
Filmde diyalogların uzunluğunun sebebi kimsenin kimseyi dinlemiyor, hep anlatmak istiyor oluşu. Dolayısı ile diyaloglar üzerinden yapılan anlatımların hepsi gerçekte monolog. Bu detayı atlayan ve diyalogları uzun bulan bir seyirci filmden hiç bir şey anlamamış demektir. Yüzmek güzel ama çok ıslak, yazı seviyorum ama çok sıcak demek gibi, susunuz! 
2- Film bütünüyle çok güzel, ne eksik ne fazlacılar:
 Bu da yanlış daha doğrusu eksik bir eleştiri olsa gerek. Çünkü Nuri Bilge fazlalık üzerinden eksikliği, eksiklik üzerinden fazlalığı dile getirmiş. Hem de rastlantısallığa sırtını dayamadan. Paraların yakıldığı sahne ne kadar banal mesela. Ancak kadının parayı getirmesi de banal zaten. Tam bir insanlık, insan olma, nasıl insan olurluk klişesi. Ve hayatın içinde "iyilik" adı altında kendi egomuza başkalarının felaketleriyle 33 çektirdiğimizin anlatıldığı bu sekans, ancak aynı bayağılıkla tokatlanabilir. Tokatlanmış da. Siz de susunuz!
 3- Film gereksiz uzun ve sıkıcı abiciler: 
Şöyle söyliyim; uzun zamandır bu kadar eğlenmemiştim. Hatta film 5 saat olsaydı daha da iyi olurdu sanki. Mesela Bir Zamanlar Anadolu'da, filme fazladan bir katkısı olmadığı halde, gereksiz yere uzun. Ama Kış Uykusu öyle değil; film bitecek ve o hazdan uyanacak diye korkuyor insan. Film izleyicisini bulmuş ise, kesinlikle filmini bulmuş bir izleyici de vardır elbet. Bu sebeple bana kısa geldi. Ay hele siz hiç konuşmayın!
 4- Film ne anlatıyo belli değilciler: 
İnsanın yalnızlığı, yamyamlığı, egosantrizmi üzerine sade bir manifesto, hepsi bu. Her iyilikte yaşatacak bir kötülük, bunla yüzleştiğimiz anda da her kötülükte yaşatacak bir iyilik buluyoruz ya, bu bizi iyi ya da kötü, karakterli ya da karaktersiz yapıyor hani, içindeyken tespit edemediğimiz bu durumu tespit edip zihnimize çakmak istemiş Nuri Nilge. Bu noktadan bakıldığında her bireyin, eğitimine, yaşadığı coğrafyaya, aile terbiyesine bakılmazsızın kendi davasında haklı olduğu görülür. O halde seri katiller de haklıdır.  O halde zulmedenler, hırsızlar, yamyamlar da haklıdır. Tarih, insanın oportünistliği, komformistliği üzerinden kıçından uydurduğu değerlere sıkı sıkı tutunup, sonrasında aynı değerleri aşağılamalarıyla dolu değil midir? O halde ortak doğrudan nasıl bahsedilir? Ortak doğrudan bahsedilemez ise insanların kendi haklılıkları üzerinde bu kadar tepinmelerinin ne anlamı vardır? Anlamı şurda aramak belki uygun olacaktır: Her yaptığımız iyilik, fedakarlık, diğerinin yararınaymış gibi görünen tüm söylemler gerçekte bir varlık kavgasıdır. Diğeriyle ikincil olarak ilintilidir. Bunun altında insanın kendini onaylamak, beğenmek adına başkalarını kullanmasının dışında ne yatıyor olabilir? Burda aşağılanan cehaletin, bayağılığın, sıradanlığın  sadece bir kaç basamak üstte durmak, farklı olmak adına kullanıldığını görmezden gelmek olmaz. Nihal'e göre daha üst kültürün parçası olan Aydın, Necla tarafından bir iki basamak yukardan aşağılanmaktadır. Oysa yaptığı, Nihal'in Garip Köyün'den gelen yardıma burun kıvırmasına karşın, okullar için yardım toplamasının kendini kolay yoldan iyi hissetmesinin dışında bir işlevi olmamasından farklı değildir. Her eleştiri öncelikli olarak bir varolmak meselesidir. Ve insanın tutunduğu değerlerin bu kadar oynak olduğu bir yaşamın içinde gerçekte merdiven ve basamaklar yoktur. Talih vardır, rastgelelik vardır ancak insan bunu görmezden gelerek kendi gibi olmayana yönelik yabanıllığıyla yüzleşmeyi bir türlü beceremez. Çünkü bu bir merdiven değil olsa olsa bir çemberdir ve çember sıradanlığı hatırlatır. 
 Siz en azından dürüstsünüz, konuşun ama kısa olsun. 

 5- Felsefe parçalamışçılar: Hayır, buna kesinlikle katılamam. Mesela Reha Erdem'in filmlerini zevkle izlememe rağmen, bir süre sonra yorucu bulduğum bir şeydir bu felsefe parçalama. Fazla altyazı veriyor diyorum ben buna. Kış Uykusunda ise bu diyaloglar (monologlar) felsefe parçalamak adına değil, felsefi olarak bıdıbıdı ederken, her iki kutubun fikirlerine yamanmışken dahi, bir varoluş sorunsalını, bunun çaresizliğini vurgulamak adına kullanılmış. Yani, bir öncekini yerle bir eden her felsefe, gerçekte bir öncekinin bir öncekine yaptığından fazla bir katkı sağlamıyordur hayata. Sadece sorunlarımızın şekli değişiyordur. Ancak bunun varoluş sorunsalına nihai bir çözüm getirmediği de açıktır. Bu noktada tırnak içinde entelektüelliğin bir eleştirisini de görüyoruz. Kendimizi daha iyi ve daha değerli hissetmek dışında ne anlamı olabilir ki bilginin? Neye göre daha değerli sorusu, diğerlerine göre diye cevaplandığı sürece, sahip olduklarımızın, edindiklerimizin göz rengimizden ne farkı var ki? Böyle bi çırpınma değil mi hepimizin sevilme, onay görme, benimsenme, beğenilme meselesi. Referansı insan olan bir iyiliğe,  güzelliğe,  estetiğe, kavramlara, dinamiklere hangi aklı başındalık sırtını dayar ki? Ancak dayıyoruz işte. Bütün bu karmaşa ve kavgaya yol açan insanların varoğluvarlığı, sanki tanrı tarafından önümüze konulmuş belli kriterler varmışçasına yüzyıllardır teneke çalarken, vardığımız nokta sadece hiçliktir. Bu bile bir tanrı olmadığının kanıtı, ancak öyle olsa bile bunun bi işimize yaramayacağının da kanıtıdır. Yani biz, insan olarak çağlara, milletlere, ideolojilere, dillere göre çeşitli türlere değil, sadece ikiye ayrılırız: Bu hiçliğin dehşetine adapte olanlar, bu hiçliği unutmak için depar atanlar. Lakin bu ayrılık, aslında herkesin ama herkesin gerçeği bildiği noktasında gelir birleşir. Hala etikten söz ediyor olma sebebimiz budur. Hala ve hala varolduğunu varsaydığımız o ortak doğrunun etrafında toplaşmamızın sebebi de tam olarak "yok aslında birbirimizden farkımızı" gayet iyi bildiğimizdendir. Ancak bunu hayata geçirecek cesaretimiz yoktur. Çünkü sıradanlık bize rastgeleliği, rastgelelik de ölümü hatırlatır. Farklılık için çırpınır dururuz. Bu sebeple bunu hayata geçiren insanlara sanatçı der, hayranlık duyarız; felsefecileri baş tacı yaparız. Yoksa hiç bir dinamiğinden faydalanmadığı bir şeyi niye sever, niye takdir eder insan. Çünkü insanlar, şu an için şartlar gereği yapamadıklarını düşündükleri, ancak bir gün mutlaka yapacaklarına inandıkları bir amaca, bir ideale inanmak zorundadır. Felsefe ve sanat bu insanların insanlıktan emekli olacakları günün ikramiyesidir, yazlığıdır, marangoz atölyesidir ve çoğunlukla hayata geçmez.
Dolayısı ile bu gruptakiler; oturun sıfır!

6- Film çok güzeldi abi, niye diye sormacılar: En çok bunlara üzülmek lazım. Filmi beğenme nedenleri benim ve benim gibi bi takım meczupların monolog diye tanımladığı diyaloglardır muhtemel. O diyaloglardaki samimiyete takılmışlardır. Hayatı naylon poşet içinde yaşamaktan bunalmışlardır. Boş konuşmalardan daralmışlardır. Samimiyete özlem duymaktadırlar. Ve yine muhtemel, rakı içince dağıtır bu abiler, ablalar.
 Kıyamam ya, siz bol konuşun, hakkınızdır.


    Hülasa; film unutulmazlar arasına girecek kadar güçlü bi film olmasa da, insanı olduğu gibiliğiyle anlatmayı başarmış nadir projelerden denebilir, denmelidir. Sıkılmak mı; valla o hayatı nasıl yaşadığınıza bağlı.