13 Ekim 2015 Salı

Bela Tarr’ı okumak: Satantango


     


  
    Karmaşık yazmamaya özen göstericem. Tarr filmleri sadeliğe bu kadar depar atmasına karşın yüzlerce duygudurumu barındırdığından karmaşık olarak algılanır. Umarım ben de bu sadeliği anlatırken bu önyargılı kalabalığın içine düşüp boğulmam. Gerçi bu film kırmızıdır deyip geçmek en doğrusu olacaktır. Lakin filme bir okuma klavuzu yazma yüzsüzlüğüne soyunmuşsanız, bu kırmızıyı anlatmakla yükümlüsünüzdür. Ve kırmızı, karşındaki insana algıladığın kırmızıyı değil, algıladığı kırmızıyı değil, salt kırmızıyı anlatana dek çok kalabalık anlam örgülerinden, yığınla cümleden geçebilir. Bunun için şimdiden özür dilerim. 3 temanın sınırları içinde kalmaya gayret edeceğim.
1-tanrı yoktur. ve dilenmediğimiz sürece kimsenin umurunda değilizdir.
2- hikayemizin, alaskada kış uykusuna yatmak üzere hazırlanan anne ayının hikayesinden  bir farkı da yoktur. fark,  anne ayı olduğumuzda belirginleşir.
3-anlatılmayan hikaye, deliliğin sınırıdır.Sadece ölmüş olanın ve bir delinin hikayeye ihtiyacı yoktur. çünkü deli ya da ölü değilsek muhtemel anne ayıyızdır.
     Tarr’a yönelik en büyük eleştiri sahnelerin durağanlığı ve uzunluğudur. Bu bir önyargıdır. Çünkü Tarr, filmlerini gerçeğe mümkün olduğunca yakınlaşmak adına kurgular, gerçekliği gözümüze sokarken tek yaptığı sadece-dili dışarda bırakarak-  gerçeğe yakınlaşmaktır. Bu yüzden zamanı birebir yansıtmaya özen gösterir. Burda, insanın sabırsızlığına yönelik bir tekme savrulmaktadır: sanki hayatımız çok renkli anlardan oluşmuş gibi... Yaşamımızın çoğu, umut etmek, bir şey olacakmış gibi beklemek, geçmişi ya da geleceği düşünmekle  geçer. Bela Tarr’ın zavallı inekçiklerine 10 dakika tahammül edemeyen adam sanırsınız dönmedolabın ta kendisi, carpe diem’in sözlük karşılığı.  Ve yine bu adam, o ineklerden hiç bir farkı olmayan hikayesini karşısındakini esir alarak yıllardır anlatıyor. Rakı masalarında sizi hiç ilgilendirmeyen birinin, yine sizi hiç ilgilendirmeyen meselelerini -bırakın on dakikayı saatlerce dinlediğiniz olmuyor mu? hatta rakı masasını geçin, nerdeyse tüm sosyal ilişkilerimiz bu sıkıcılığa tahammül göstermekle devinmiyor mu, bu şekilde sosyalleşmiyor muyuz? Bu fedakarlığın  adına saygı ya da sevgi demiyor muyuz yani? Bunun adı açıktan tahammül etmektir ve elimize geçen ilk fırsatta dile getirdiğimiz ilk şeydir. Başkalarının bizi hiç ilgilendirmeyen hikayelerini dinleriz;  çünkü,  bizim de sıramız gelecektir ve bir hikayeyi anlatabilmek için bir dinleyene ihtiyaç vardır. Muhtemel çok sıkıldığınız doktorun sahnesi, sizi hiç ilgilendirmeyen üstelik de hiç bir ilginç yanı olmayan bir insanın hikayesini dinleme kapasitesinizi sınar. çünkü sisin hikayenizi doktorun dinlemeyeceğini bilirsiniz. Dolayısı ile filmleriyle Tarr, sadece bu sekansla bile insanları şak diye ikiye böler ve merak edenlerle yoluna devam eder.
    Sahneler uzun değildir. olması gerektiği kadardır. Bir yere gitmek için otobüs durağında ineklere bakmaktan daha fazla zaman geçirirsiniz, çünkü bir yere gitmek için o otobüse binmek zorundasınızdır. Bela Tarr’ın sekansları otobüs duraklarıdır.
    Film, insana dair tek bir handikapı dahi dışarda bırakmamıştır. Botticelli’nin cehennnem tablosudur bu film; Dante’nin İlahi Komedyasının cehennemi... Merhamet,  insanın sadece kendisine yönelik kurduğu empati, ya da birgün kendi sırasının geleceğini bildiği için taçlandırdığı bir duygudur. Estike’nın kedisine yaptıkları sevilmenin gerçekte bir tahakküm olduğunu, merhametsiz olduğunu gözümüze sokar. Yalnız ve zeka özürlü bir kızın -ki bu sahnenin sonunda zeka özürlülüğün sadece diğerlerine benzemediği   için tanımlandığını anlıyoruz- kucağında mırlayan kedi “sevgi”dir. Kedi sevilmektedir ve kedi açısından her şey yolundadır. Sevilmek ihtiyacı karşılanan kedi Estike’nin  kucağından kalkar. Kız, bunun üzerine ne cüret diyerek kediyi kollarından tutup yuvarlanmaya başlar. Baktığınızda sadece kedi için üzülüyorsunuzdur. Lakin Estike, kediyle aynı eylemin içerisinde yer alır. Ama biz vicdanı tanımlarken bir suçlu aramaya güdümlüyüzdür. Gerçekte kediyle Estike’nin bir farkı olmadığını kavrayamayız. Nitekim ben, filmde aldığım tek  molayı kedinin başına gerçekte ne geldiğine ayırdım. Tarr, veteriner kontrolünde yapılan bu sahnelerden sonra kediyi sahiplenmiş. Sonra bu filmi yapan bir adamın, ahlak sınırlarını sorguladığım için kendimden utandım tabii. Bu sahne, sevginin karşılıklı olması gerekliliğine, tahakküm üzeriliğine göndermedir. Kedi, kıza zarar verebilecekken teslim olur. Bu sahne, “sevgi tahakkümdür”ün manifestosunu yazar. Bir anlamda, sevildiğimiz için sever ve sevgiden söz ederizdir. Kediyi kız doyurur. Yani kız, kedinin sahibidir. Kız, kedinin vatanıdır da diye de okuyabilirsiniz. Kedi ve kızın karşılıklı mırıltısı gerçekte anamorfik açıdan büyük bir öfke üzerine de kuruludur. Çünkü bu, varlığı köleleştiren, özgürlüğünün içine tüküren bir bağdır. ( bir zaman bir arkadaşa “artık kedi olamazsın, çok geç “  dediğim için bozulmuştu. Ve ben derdimi anlatamıycak kadar yorgundum. Sağolsun Tarr üşenmemiş.)  Kız kediyi zehirler. Sütün içine kafasını bastıra bastıra zehirler hem de. Yani dilin dışındaki kedi bile, bir şekilde evcilleştiği için bir noktada bu devinime boyun eğmiştir.  İnsanlar tarafından -annesi dahil- fazlalık, artık olarak görülen bu kızın sevdiği-sevildiği yegane şeyi öldürmesini izlemek sarsıcıdır. Kendi hayatlarımızda binlerce kere tekrarladığımız bu ritüel, başka birinin hikayesi üzerinden yapıldığında ne de trajiktir. Kız ölmüş olan kedinin katılaşmış bedenini sekans boyunca kolunun altında taşır. Ölmüş olan kedi hala onun varlığının yegane tanığıdır. bunu geçmişimize olan bağımız olarak da okudum ben, o derin melankolimizin parçası olan geçmişimizin...)Barda danseden insanları izlemesi, o insanların dünyasına hiç dahil olamayacağının göstergesidir. Hem de korkunç derecede sıkıcı olan dünyasına. Sıkıcı bir şeyin bile parçası olamayacağını anladığında kedinin ölmüş olmasıyla yüzleşir. İlk kez bu kadar yalnızdır. Doktorun eteğine yapışması intihara teşebbüs eden birinin ambulans çağırmasıyla aynıdır. Tarr, "felfeslik-sökük geliyor" adlı bölümü Estike'nin kendisi için daha iyi hayat ümit etmesi ve ağacın dibine paraları gömmesiyle açar. Ağabeyi Estike'nin kediye yaptığından farklı bir şey yapmamaktadır. ve biz oturduğumuz yerden o paraların çalınacağını zaten bilmekteyizdir. Ümit ederek ayakta kalan yaratıklar olarak paraların Estike'nin ardından araklanacağını nasıl ve neden bilmekteyizdir, burda sorulması gereken soru budur.  Ümit; o olmayan tanırının başımıza sardığı illet. Bir şeye ancak geçeceğini düşündüğümüz için katlanır, tahammül ederiz. lakin bu öyle bir dualitedir ki, hiç bir şey olmayan bu dünyada hayatı nafile bir yakarışa çevirirken kendimizi hikayemize- kaderimize çivileriz. Ve sadece zaman geçmektedir, o kadar. Değişen tek şey budur.  Bu bölümde sevgi tahakkümdürün yanında, kızın deliliğinin diğerlerince tanımlandığı ve sadece insan olduğuyla da  çarpışırız. Ya da tüm insanlar parmakla gösterilmediği sürece biraz delidir ile.
(Film binlerce detayı içinde barındırır. Bunları tek tek yazmak hem büyük bir sabır hem de  yüzsüzlük ister. Bende ikisi de yok. O yüzden bir kaç sahnenin okumasıyla devam edip, ormanın derinliklerine dalayım diyorum.)

   Doktora dönelim: Her insan kendine bir yaşam dinamiği oluşturur. Yani yaşamak dediğimiz şey, gerçekte alışkanlıklardır. Birini kaybettiğimizde ya da aldatıldığımızda duyduğumuz öfke,  bu alışkalıkların, bu disiplinin yerle bir edilmesine yönelik ortaya çıkan başkaldırıdır. Bu sebeple hem gerçektir, hem değil. (Bu cümleyi aklınızda tutmanızı isterim. Unutursam bana hatırlatmanız için.)
    Sıkıcı bir köyün, sıkıcı insanlarının, sıkıcı hayatlarının içinde olan, her türlü sıkıcı detayın, doktor tarafından her biri ayrı deftere- her biri ayrı kalemlerle yazılıyor olması doktorun yaşam dinamiğidir. Siz, bunu kendi hayatınıza sosyalleşmek, okula gitmek, başarmak, sevgili edinmek, basket atmak, si bemol tutmak, kadans yapmak, motora binmek, çocuk sahibi ya da aile olmak, oy kullanmak, bir ideolojiye inanmak, sanattan sözetmek  diye uyarlayabilirsiniz. Size sıkıcı gelen doktorun ritüelleri, gerçekte  kendi hayatınızdır. Her gece belli bir saatte pijamalarınızı giyip yatmanız, doktorun o koca göbeği ve daralan nefesiyle masasından kalkıp, o daracık konsolun yanından tık nefes sayısız kere geçmesine denk düşer. Bu yorucu işlemi defalarca, Futaki’nin gereksiz sıkıcılıktaki hayatının, gereksiz sıkıcılıktaki ayrıntılarını ayrı bir deftere yazdığı, köydeki her insan için ayrı defter tuttuğu, bu defterleri de itinayla dosyaladığı, o dosyaları da arkasındaki dolaba koyduğu için yapar ve bu doktorun her sabah uyanmak  için bir amaç- bir bahane edinmek  zorunluluğudur.  Sizin her sabah uyanıp işe ya da okula gitmenizden farkı yoktur bunun. çünkü bunu yapmazsanız her an bileklerinizi kesebiliriz. Ama nedense bu sahneyi izlerken içiniz daralır. Oysa o an doktoru izlemek yerine ne ile oyalandığınıza baksanız sobeleyeceksiniz kendinizi.  Doktor gerçekte sizsinizdir. Başkalarının sıkıcı hayatlarını gözlemeyi kendi yaşam dinamiği haline getirmiş, hikayesini bunun üzerine oluşturmuş, diğerlerinin hayatından hiç de daha sıkıcı bir hikayesi  olmayan sıradan biridir doktor. Yazmazsa ölecektir. İçmeden yazamayacaktır. Çünkü hayata tahammül etmektir insanın en büyük sınavı.  Hayat, tam da bu eleştiriyi yaparken hayatın bu olduğunu kabullenmek demektir. Görkemli kuyruklar için kendini derin bir melankoliye hapseden çirkin kuyruklu sırtlanlarızdır  biz, o kadar. Kendi kusmuğunda, çamurunda debelenen domuzlardan tek farkımız domuz olduğumuzu bilmiyor- kabul edemiyor olmamızdır. Kendimizi uyuşturmadan yaşama  tahammül edemiyor  oluşumuzun sebebi kendimizi kabul edemeyeşimizdendir.  Bir galon brendinin üstüne, kalçamıza ofluya puflaya yaptığımız morfin, ihtiyaç duymadığımız ikinci ayakkabıdır, sofradaki ikinci cins peynirdir, yenilediğimiz otomobildir, kaçamak yaptığımız sekstir, içip dağıtmaktır, ikinci çocuğu yapmaktır, ev sahibi olmaktır... Bunu eleştiriyor olmak bunları yapmayacağımız anlamına gelmez. bunlara mecburuzdur.  Doktorumuz bizlerce sıkıcı ve faydasız bulunan bu hayatında kendine iş edindiği bu rutinle yaşama tutunmuştur. Muhtemel, o da bizim hayatımız için aynı şeyi düşünüyordur. O defterlerden birinde mutlak içimizden birilerinin adı ve hikayesi vardır; olmalıdır. Birbirimizin sıkıcı aynalarıyızdır çünkü biz. Ve birbirimizi eleştirerek, gözetleyerek daha iyi varlıklar olduğumuzu düşünmeden edemiyoruzdur.
     Filmdeki her insan kendinden sorumludur, tıpkı filmi izleyen bizler gibi. Ahlak safsatadır, dostluk safsatadır, ebeveynlik safsatadır. Çıkarlarımız doğrultusunda kurduğumuz, işimize gelmediğinde kıçımızı döndüğümüz değer yargılarının üzerinde tepinip durmaktayızdır. Filmdeki karakterlerin hiç biri katil değildir, lakin iyi de değildir. iyilik diye üzerinde tepindiğimiz şey, henüz kimsenin kanı akmamışken sorumluluk alıp kanın akmasına engel olmak yerine, en iyi ağıtı yakmaktır çünkü. O halde gerçekte iyilik yoktur. Zaman zaman iyiliğe benzeyen bir şeyin göründüğü olur. Bu şey   göründüğünde emin olun ki içimizden birinin işine yarayan bir durum yüzünden tüm sevimsizliğiyle sırtlanlığımız sırıtmaktadır.
     Bar sahnesi dönmedolaptır;  fazla metamorfik düşünmeye gerek yok. O sebeple o kadar uzun ve durağandır. Buraya zamanında çaresizliğin en çaresizliği bir zamanda yazdığım bir cümleyi eklemeden geçemiycem:  “Bir kaktüs olarak sevilmeyeceğimi bilmekten çiçek açmakta ve gül taklidi yapmaktayım. Benimkisi her ne kadar ayıpsa, senin beni eğilerek içine çekmen ve güzel koktuğumu söylemen de  bir o kadar ayıp. Bir yalanı tamamlıyoruz birbirimiz adına. Ve gerçekte biribirimizin umurunda değiliz. Bütün sorunumuz bu değil mi?”  
Eğer bar sahnesini gözünüzü ekrandan ayırmadan izlediyseniz, belli aralıklarla mideniz bulanmıştır. Sahnenin sonunda akordiyon çalanın kalkıp kusması ve “işte bu” demesi bundandır. Ben de bir kaç kez kusma isteği duydum. Örümcekler mükemmel bir metafordur. İnsanın tüm endişeleri, korkuları, beklentileri devam ederken zaman akmaktadır ve çok şey olmasını beklediğimiz, dilendiğimiz, varlığımızı adadığımız bu hayatta gerçekte hiç ama hiç bir şey olmuyordur. Hem korkuyla hem ümitle beklenen Irimias ve Petrina umuttur; bizi yüzüncü kez yarı yolda bırakacak olan umut.  Bir anlamda Godot’dur beklenilen. Bu hayatla bağımız Stockholm sendromundan başka bir şey değildir çünkü.  Hem kendimize acırız, hem disiplin bozulmasın isteriz, hem içinde bulunduğumuz hayata tahammülümüz yoktur hem  değişimden korkarız. Bu dünyaya insan olarak gelip bir oh çeken yoktur, çünkü,  her insan tavuskuşunun kuyruğuna sahip olmak isteyen sırtlandır. Türküleri, aşkları, şiirleri, hikayeleri hep  bunu anlatır.

 İnsanın mutlu olması, sadece mutsuz olmamasından ibarettir.
    Kapitalizm, sosyalizm, komünizm hep değişmekten korktuğumuz, lakin içinde bulunduğumuz şartlara da tahammül gösteremediğimiz için ortaya çıkar. Irimias burda kaderin, yani tanrısı olmayan bir dünyada tanrıya yalvaran ve her şeyi bok eden insanın Azrailidir. "Fetta Madunk- biz ölümden doğacağız" adlı sahne böyle başlar.Humanizm üzerinde yükselen komünizm, kapitalizm tarafından süprülür. Irimias ve Petrina çerçöp o sürüklenmenin arasında kararlılıkla yürümektedir. Çünkü henüz ölmüş bir umudun üzerinde yeni doğmuş olan bir umudu tekmelemeye kararlıdırlar. Her yeni düzen, vidanjörüyle birlikte doğar. Çünkü, her düzen kandırmacadır. İnsan buna gönüllüdür, kendi eliyle yazar kaderini. Çünkü her insan bir amacın  parçası olmak zorundadır. Hayatının çok önemli ve özel bir anlamı olduğunu düşünür ve bunun hayata geçmesini ümit eder. Burası tam da tavuskuşunun görkemli kuyruğudur.  Gelmesinden korktuğumuz Irımias’a  kendi ellerimizle teslim ederiz tüm emeğimizi. İnsanlar kandırılmak istedikleri için kandırılırlar. İNSANLAR KANDIRILMAK İSTEDİKLERİ İÇİN KANDIRILIRLAR!  Görünen o ki, dünya nüfusunun yarısı   Tarr  olmayı bırak, on dakikalık inek sekansını izlemeyi akıl etmediği sürece de,  bu değişmeyecektir.
    Tarr bunca nafileleliği anlattığı için nihilist midir;  aksine. Egzistansiyalizmin dibine vurmuş bir abimizdir. Doğmuş olanın  yaşamasına  uyutmadan, uyuşturmadan, uyandırarak çare bulmuştur.
     O çoktan unuttuğunuz ve bana hatırlatın dediğim cümleye geldik şimdi. Doğmuş olmak,  çaresi olmayan bir illettir. Kafası çalışan biriyseniz -daha önce yüzlerce kez tekrarladığım gibi- boktan hayatınıza son vermek dahi bu hayatı fazlaca önemsemek olacaktır. Cioran bu sebeple intihar etmemiş lakin,” her an intihar edebileceğimi bilmek içimi rahatlatıyor, ancak bu şekilde yaşayabiliyorum” demiştir. Hayatın güzelliği, kendi yaşamının dışına çıkıp hayatına bir proje, bir deney, bir tecrübe gibi bakabilmektedir. Bu rastgeleliğe inanmak;  görebildiğin, duyabildiğin, hissedebildiğin her şeyi değerli kılar. Sözün- anlamın dışına çıkmak, ezberi bozmak  ancak bu şekilde mümkün olabilir. Orada sadece hissetmek yatar. Bugün insanın en temel sorunu hissedemiyor olmasıdır. Hissetmek için çırpınıyor, yeni yönytemler keşfediyor lakin ona dokunamıyor olmasıdır. Hissedemedikçe daha da sıkılıyor, daha da tüketiyor, daha da batıyordur. Kapitalistlerin tek suçu bundan yararlanmaktır. Ve hissetmeniz için size, daha da hissizleştiğiniz antidepresanlar yazıyordur. Mesela uyumanız için...Dzüenli uyumanın iyi olduğunu kim söyledi? Vücudunuz ne zaman uyayacağını tüm sağlıkçılardan daha iyi bilir, emin olun.  Ve siz gerçeklerden korktuğunuz, doktorun hikayesini sıkıcı bulduğunuz, 10 dakika inek gösteriyor diyip bu filmi izlememek üzerine geçerli bahaneler oluşturduğunuz  için, gönüllü olarak bu ilaçları alıyorsunuzdur. Tadı boktan bi şey olan alkolü bu yüzden tüketmekteyizdir. Tüm antidepresanlar ve uyuşturucular  bundan vardır.
(Marihuana hariç.  Bulunuz bu yazı)
   Her saatin iki temel ödevi vardır:  Bir: zamanın ne kadar da hızlı aktığını iki: zamanın geçmediğini göstermek. Evet; Tarr’ın dediği gibi özgürlük bir bakıma insancıl değildir: Özgürlük için varolan düzeni yıkıp yeni bir düzenin kıçına takılmak, ruhumuzun doğuştan prangalandığının kanıtıdır. aidiyet duygusu olmadan yaşayamayız. rastgeleliğimizi kabul etmek az da olsa aidiyeti reddetmek ve tanrının üzerine sifonu çekmektir.  Belki de ümit dediğimiz şey, sadece ve sadece  hala  bir şeyler istiyor olmaktır. Belki de o yüzden filmin ilk sahnesi, 10 dakika önce karısını düzdüğü Schmidt’e Futaki’nin “ merak etme ihtiyar, harika bir hayatımız olacak” demesiyle kapanır.
     Komünizmden yeni çıkmış bir Macar köyünün uçsuz bucaksız ovaları, bu ovaların sıradan insanları, bu insanların sıradan hikayeleri bizi ve hayatlarımızı anlatır. İster bir karıncayı avucunuza alıp saatlerce inceleyip kendinize bir göz atarsınız, ister Tarr’ın doktoruyla, köylüleriyle, inekleriyle dalga geçersiniz. Ama bilmenizi isterim ki; sizin hikayeleriniz de en az o kadar sıkıcı ve sıradandır. O yüzden filmin bende bıraktığı hazzı itinayla kendime saklamak yerine, bu yazıyı   yazmak istemişimdir. İneklerin sahnesinde kelimelik oynayanlar bana ukala zevzek desin, kıyıda kalmış bir kaç kişi ilk gördüğü karıcayı avucuna alsın, yeterdir.



    Unutmayın bu söylediğimi:  Bu hayat unutmak üzerine kuruludur.

    Not: bu yazıyı bir seferde yazdım. Sonra redakte ederim diye düşünerek. Şimdi yazı bitti. Ve ben kendimi ne yazdığımı okumak yerine- ki bunun bile bi önemi yok- capslock tuşunu ararken buldum. Çok utandım. O yüzden aceleyle yazılmış, yazmanın nafileliğiyle yazmak zorundalık arasında sıkışmış bir DOĞMUŞ olarak, yazıyı olduğu gibi, dilbilgisi, klavye, zihin hatalarıyla başbaşa bırakıyorum. Böyle olmalı, evet tam da böyle olmalı.

  Ha bu arada, merak etmeyin;  harika bir hayatımız olacak.

2 yorum:

  1. Cok begendim yazinizi galiba bundan baska soylenecek bir sey yok

    YanıtlaSil
  2. Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.

    YanıtlaSil